Sünnetin önemi

Plaats een reactie

Enes b. Malik anlatır: “Biz yaklaşık altmış kişi idik, Peygamberin yanında otururduk, o bize hadis anlatırdı. Kendi özel ihtiyacı için gittiğinde biz o hadisi aramızda müzakere ederdik, kalkana kadar o hadis kalbirnize yerleşirdi.
[el-Lüma, s. 142]

İbn-i Mes’ud der ki: “Hadisi müzakere edin! Zira hadisin dirilişi (zihinlerde kalıcılığı) onu müzakere etmekten geçer.”
[Dârîmi]

Hz. Ali şöyle der: “Hadisi müzakere edin! Şayet müzakere etmezseniz hadis uçup gider.”[el-Müstedrek]

Sahabiler işte bu şekilde hadislerin yılmaz bekçileri oldular.

Tabiin de hadislere bir o kadar ihtimam göstermiştir.
Bakın Ata ne der:
“Biz Cabir b. Abdullah’ın yanında iken bize hadis söylerdi. Biz oradan kalkarken o hadisi müzakere ederdik. Ebu Zubeyr hepimizden çabuk ezberlerdi.”[Dârîmi]

Tabiinden Ebu-I Aliye şöyle der:
“Peygamberin bir hadisini duysan hemen ezberle!”[Dârîmi]

İbrahim b. Alkame de şöyle der:
“Hadisleri müzakere edin! Çünkü müzakere onun hayatıdır.”
[Dârîmi]

Bu değerli Sahabe ve Tabiin nesli hadisleri sadece müzakere etmekle kalmadılar, aynı zamanda hadis öğrenmek için nice uzun mesafeler katettiler. Örneğin Cabir b. Abdullah (radıyallahu anh)’ın, Abdullah b. Uneys (radıyallahu anh)’den başka hiç kimsenin hıfz etmemiş olduğu bir hadisi öğrenmek için bir aylık yol kat edip Şam’a gittiği, Ebu Eyyub ei-Ensari’nin de Medine’den Mısır’a, Ukbe b. Amır’in yanına giderek hadis dinlediği sonra da hiç beklemeksizin hemen bineğine binip tekrar Medine’ye döndüğü malumdur.
[Rıhle s. 18.]

Tabiin’den Said b. Museyyeb şöyle der: “Ben bir hadisi öğrenmek için gece gündüz nice yollar katettim.”
[el-Cami’ l/94]

kaynak: Peygambersiz bir din?, Alâeddin Palevî, s. 14

Müslümanları şirkle itham edenler.

Plaats een reactie

şirkle itham 1
Hafız Ebu Ya’lâ el-Mavsılî’nin Müsned’inde şöyle bir hadîs zikredilir :

Bize Muhammed İbn Merzûk’un… Huzeyfe İbn el-Yemmân (r.a.) dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi vesellam) şöyle buyurdu :

Sizin için en çok endîşe ettiğim kişi; Kur’an’ı okuyan, Kur’an’ın güzelliği üzerinde görülen ve İslâm’ın yardımcısı olan, fakat Allah’ın dilediği zaman bundan uzaklaşan ve onu arkasına atan, komşusunun üzerine kılıçla yürüyüp/saldırıp onu ŞIRK ILE ITHAM eden kişidir.

Ben : Ey Allah’ın peygamberi, bu ikiden hangisi şirke daha lâyıktır; saldıranmı yoksa saldırılanmı(şirkle itham edilen)? diye sordum.

Bilakis, saldiran (şirkle itham eden), buyurdu.

Ibn Kesir Araf suresinin tefsirinde naklediyor. Ve hadis Ceyyidtir diyor.

Hanbeli taifesine isnad edilen cirkin mesele!!

Plaats een reactie

El-Hafız Ebu’l Hasan ed-Darekutni’nin çağdaşı olan el-Hafız Ebu Hafs b. Şahin demiş ki: İki salih adam olan Cafer b. Muhammed ve Ahmed b. Hanbel, birçok kötü arkadaşlarının belasına çarpılmışlardır. El-Hafız Ebu’l-Kasım b. Asakir(Tebyinu kazibi’l-müfteri fimâ nusibe ilâ-İmam Ebi’l-Haşanı’l-Eş’arı) adli kitabında bunu el-Hafız Ebu’l-Hasan’a isnad ederek demiş ki: Rafiziler, Caferi sadık b.Muhammed el-Bakır’ın onlardan beri olduğu birçok çirkin meseleleri kendisine isnad ettiler. Keza Ahmed b. Hanbel’in de, bazı talebe ve tabileri, Allah’ın cisim olduğu manasında birçok batıl sözü kendisine isnad etmişlerdir. Halbuki, Ahmed b. Hanbel bu sözlerden uzaktır. Şüphesiz İmam Ahmed ile ilk tabilerinin, Kur’an ve hadiste geçen bir çok muhal tabileri, te’vil ettiklerini gösteren rivayetler sabit olmuştur.

Takiyyuddin el-Huşanı,<<Def’u’s-şubhe men teşebbehe ve temerrede ve nesebe zalike ile’l-İmam Ahmed>> adli kitabında, açıkça der ki:

İmam Ahmed, Kur’an-ı kerim’deki<<Rabbin geldi(Fecr 22)>> mealinde olan ayetin hakiki manasının<<Rabbin emri geldi>> demek olduğunu söylemektedir.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, sayfa 31 ]

Ibn Kayyim; Kuran okumanin sevabı ölüye ulaşır

Plaats een reactie

Eğer denilirse ki: “Bu anlattıklarınız selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra çok düşkün olmalarına rağmen, kimse Kur’ân okumakla ilgili bir şey nakletmemiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de, onlara bunu anlatmamıştır. Onları duâya, istiğfara, sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir.

Kur’ân okumanın sevabı da, ölülere ulaşacak olsaydı, Hazreti Pey-gamber bunu onlara anlatır, onlar da böyle yaparlardı. Cevabımız şudur:

İbnü’l-Kayyim: “Bu iddiaların sahipleri, hac, oruç, duâ ve istiğfar sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa, onlara denir ki:

“Ne se-beple Kur’ân sevabının ölüye ulaşacağını reddederken, bu amellerin sevaplarının ulaşacağını kabul ediyorsunuz? Bu, benzer şeyler arasında ayırımı yapmaktan başka ne olabilir?
Yok, eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf etmiyorlarsa, ki bu olmaz, bu, Kitap, Sünnet, icma ve şer’i prensiplerle sabit olmuştur.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah (Celle Celâluhû)’dan başka kimsenin bilmediği kalbin niyeti ve yemeyi içmeyi terk etmekten ibaret olan orucun sevabının, ölüye ulaşacağını bildirmiştir. Aynı şekilde Kur’ân okumanın sevabı da, dil tarafından okunmasından, kulağın duymasından ve gözün görmesinden dolayı ölüye ulaşır, değildir.

Konuyu biraz açarsak, oruç mahza bir niyetten ve nefsi, yiyecek ve içeceklerden engellemekten ibarettir. Yüce Allah (Celle Celâluhû), bunun sevabını ölüye ulaştırdığı halde amel ve niyetten ibaret olan Kur’ân okumanın sevabını niye ulaştırmasın? Haddi zatında, Kur’ân okumakta, niyete bile gerek yoktur. O halde orucun sevabının ölüye ulaşması, diğer amellerin de ulaşacağını tenbih etmektedir.
Mücerred niyetten ve imsaktan (yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bozan şeylerden uzak durmaktan) ibaret olan orucun sevabının ulaşmasıyla, Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması arasında ne fark vardır?!

Aynı zamanda, selef böyle birşey yapmamıştır, diyen bir kimse de, bilmediği bir konuda konuşuyordur. Bu ise, bilmediği şeyin nefyine şehadet eder.

Meselenin sırrı şudur: Sevap, amel eden kişinin mülküdür. Gönül rızasıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca, Allah (Celle Celâluhû) sevabı bu kişiye ulaştırır.

Öyleyse, Kur’ân okuma sevabını diğer sevaplardan ayırıp, ulaşmaz demenin geçerliliği nedir? Halbu ki, inkârcılar da içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel etmişlerdir, ulemâdan HIÇ KIMSE de buna karşı olmamıştır.

[İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, s. 190, İz Yayıncılık.]

İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Plaats een reactie

İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Ehl-i sünnet taifesinden Şafiî, Hanefî, Mâlikî ve faziletli Hanbelî tâifeleriyle diğer âlimler, Allah tebareke Ve teâlânm, cihetten, cismiyetten sınırlanmaktan, mekândan ve mahlûkata benzemek-ten münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
EBU’L-MEÂLİ İMAMÜ’L-HARAMEYN «LÜMAÜ’L-EDİLLE» ADLI KİTABINDAKİ, «ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİSLERE (SONRADAN YARATILANLARA) BENZEMEKTEN MÜNEZZEH OLDUĞUNA DAİR KELÂMI İLE MEZKÛR KİTABIN ŞÂRİHİ (ONU ŞERH EDEN) ŞEREFUDDİN B. ET-TELEMSÂNİ’NİN SÖZLERİ

Ebu’l-Meâlî İmamü’l-Harameyn, (LumaüT-Edille fî Kavaîd-i Eh- li’s-Sünne) adlı eserinde diyor ki: Rab (Allah subhanehû ve teâlâ), cihetlerle (yönlerle) tahsis edilmekten, cihetlerle sınırlı olan vasıflandırmalar¬dan münezzehtir. Fikirler onu sınırlandıramaz, mekânlar onu içine alamaz, ölçülere girmez, sınır ve ölçülerin tahdidinden (sınırlamalarından) yücedir. Çün¬kü kendisine mahsus ciheti olan her şey, o ciheti işgal edicidir (yani mekan tutar). Mekânı kabul eden her şey, cevherle (en küçük yapı birimi, atom) mülâkatı (alakayı) ve ayrılmayı kabul eder. Hâlbuki birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, cevherler gibi hadistir (sonradan yaratılmıştır).

Şeyh Şerefuddin b. et-Telemsâni mezkûr «LümâüT-Edille» adlı kitâbın şerhinde bu konuya ait uzun beyanda bulunup der ki: Allahü Teâlâ’ya cihet isbat etmek için, Kur’ân’da, hadîs kitaplarında geçen müteşabihlerle delil getirenin reddine icmalen cevap şudur:
<<Şeriat, ancak akla dayanarak sabit olur, akıl onun ölçüsüdür, öyle ise aklı tekzib edecek (yalanlayacak) şey, Şeriat’ta varid olması (bulunması) tasavvur olunamaz (yani düşünülemez bile). Çünkü akıl, Şeriat’ın şahididir. Eğer, Şeriat aklın düşündüğüne muhalif bir şey getirseydi, Şeriat ile aklın ahkâmları her ikisi de birden bâtıl olacaktı (çünkü ikisi de birbirlerini tekzib ederlerdi).

Sadeddin et-Teftazanî «Şerhü’l-Makasıd» adlı kitabında şöyle der: Allahü Teâlâ’ya hakikî cismiyet, mekân olduğuna hükmeden kimseler, yalan ve kuşkulu kıyaslardan lâzım gelen neticeler, müteşabih olan Kur’ân âyetleri ve hadislerin zahirî mânâları üze¬re mezheplerini kurmuşlardır. Vehmi kıyasdan olan delillerinden, meselâ, demişler ki:

<<Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cismin içinde bulunur (yani sıfat olur). Allahü Teâlâ ise, başkasına ihtiyacı muhal olduğundan dolayı, bir cismin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, Allahü Teâlâ cisim olduğu muhakkaktır.
Yine dedikleri gibi: «Her varlık ya mütehayyizdir (bir mekândır) veya kendisi bir yerin içindedir». Yukarıda beyan olunduğu üzere, bir şeye muhtaç olması muhal olduğu için bir mütehayyizin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, kendisi mütehayyizdir.
Yine dedikleri gibi: «Allahü Teâlâ’ya cihet, yön olduğuna dair delil: Vacib Teâlâ, ya bu âlemle muttasıldır (bitişiktir)’ veya munfasıldır (ayrıdır). Muttasıl olsun, munfasıl olsun, illâ bu âlemin bir cihetindedir.»

Yine kendisine cihetin isbatı için demişler ki: «Vacib Teâlâ (Allah), ya bu âleme dahildir. Ki, o zaman mütehayyizdir veya bu âlemin dışındadır. Ki, o zaman bu âlemin bir cihetinde bulunur, öyle ise bu âlemin bir cihetinde bulunuyor ve bu karşıt önermeler sahih olup zarurî (bedihî-yani anlaşılması için belli bir tasavvura gerek duymayan açık manalar) olan önermeler kısmına münhasırdırlar» diye iddia ederler.

Bu kıyasla ilgili delillerin ibtali için cevabımız şudur ki: Getirdikleri bu deliller menedilir (reddedilir). Nasıl sahih olsunlar ki, delillerindeki önermeler, mantık ilmindeki munfasıl önermelerine muhalif olup mânâ itibariyle önermeler, karşıtları veya karşıtına eşit olan ikinci önermelerden müteşekkil değillerdir. Bununla beraber, akıllı kimseler, Allah cisim ve cihet olmadığına dair ittifak ederek şöyle bir kıyası delil getirmişlerdir. Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cisme dayanır veya ne cisim, ne de bir cisme dayanır. Mücessime tâifesı ile Al-lah’a cihet iddia eden tâifelerin yukarıda beyanları geçen önermelerinin taksimatı ve önermelerin iki kısma münhasır olan iddialan da vehimden (kuşkudan) meydana gelen yalan hükümlerdendir. Delillerinde geçen önermelerinin bedihî oldukları dâvâları da, ya inat ve mükebberelerine binaen ve yahut birçok kuşkulu önermeler zaruriyat (bedihiyat) önermelere benzeyişlerinden ileri gelmiştir.

İkincisi, yâni Allah’a cisim, tehayyüz (bir yerde yerleşme), cihet (yön) olduğuna zahiren delâlet eden müteşabih âyet ve hadîslerden oluşan delilleri ise, âyetlerden:
«Onlar (îslâm’a girmeyenler), illâ Allah’ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki, (bütün) işler Allah’a döndürülür.» (Bakara sûresi, âyet: 210); «Rahmân (Allah) Arş’ı istiva etti.» (Tâhâ sûresi, âyet: 5); «Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakîdir.» (Rahman sûresi, âyet: 27); «Kim ululuk hevesine düşerse, (bilsin ki) bütün ululuk Allah’ındır. Güzel kelimeler ancak O’na yükselir.» (Fatır sûresi, âyet: 10)f, «Gerçek sana (ey Resûlüm) biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir» (Fetih sûresi, âyet: 10), «And olsun ki biz sana diğer bir zamanda (ey Mûsâ) annene vahyolunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve kendisine onu tabuta koy da denize (Nil nehrine) at Deniz de onu sahile atıversin ki, Benim ve onun düşmanı olan biri alacak diye (emreylemiştik)| Sana karşı (ey Mûsâ) gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım.» (Tâhâ sûresi, âyet: 37, 38, 39), «Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi rşey menetti?» (Saad sûresi, âyet: 75); «Müşrikler, Allah’ı hak (ye lâyık) olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (Kürre-i) arz topdan (ancak) O’nun kabzasıdır. Gökler de O’nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir» (Zümer sûresi, âyet: 67); «O gün (azap günü) her nefis, «Allah yanında işlediğim taksiratlardan dolayı vay hasret (ve nedamet) ime. Hakikat ben, (O’nun diniyle, kitabıyla) eğlenenlerdendim.» diyecektir (Zümer sûresi, âyet: 56). Bu âyetlere benzer başka âyetler de vardır.

Müteşabih hadîsler ise, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’m bir cariyeden, «Allah nerededir?» diye sorduğu suale, cariye «Göktedir» diye cevap verdi. Resûlullah onun bu dediğini inkâr etmeyip İslâmiyetine hüküm vermiştir. «Gerçekten Allahü Teâlâ, her gecenin üçte biri geçerken dünya semasma iner…», «Allah, Âdem’i şekline göre yarattı.», «Cebbar (Kahredici Allah) ayağım cehenneme koyar…», «Allah, evliyasına gülüyor», «Sadaka Rahman’ın (Allah’ın) ayasına düşer…» ve daha başka hadîsler de vardır.

Cevap: Bu naklî müteşabih âyet ve hadîsler ile duyulan zannî deliller, aklî ve kesin delillere karşı oldukları için zahiren onlardan anlaşılan mânâlara göre olmadıklarına katî olarak hükmedilir. Hatâdan en selâmetli yol ve Kur’ân-ı Kerim’in, «Halbuki müteşabih âyetin te’vilini, ancak Allah bilir…» (Âl-i İmran sûresi, âyet: 7) meâlindeki istisna mânâsını ifade eden, (illallah) ancak Allah kelimesinin üzerine yapılan vakfa münasip olmak üzere, müteşabihleri tefsir etmeyip Allah’a havale etmektir. Veyahut tefsir kitaplarıyla, hadîs şerhlerinde beyan olunduğu üzere bu hususta en kuvvetli yol ve mezkûr âyette, «Ancak Allah ve ilimde çok kuvvetli olanlar, (müteşabihin mânâsını) bilir.» diye geçen atfa dayanarak aklî delillere münasip ve olgun bir şekilde te’vil edilirler.

Eğer denilse ki, gerçek din olarak Allahü Teâlâ’ya mekân ve cihet olmadığı için, niçin semavî kitaplar ile hadîs-i nebevilerin çoğunda sayılamayacak kadar tahayyüz ve cihete işaret edilmiş; hiçbirisinde açıkça bunların olmadıklarına değinilmemiştir? Nitekim, Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine, kıyametin hakikatına ve cisimlerin haşrolacaklarından birçok yerde tekrar tekrar bahsedip gayet te’kit etmişlerdir. Halbuki Allah’a cihet ve mekân olmadığına dair tahkik ve te’kit ile bahsetmeleri daha lâyıktır. Çünkü, muhtelif din ve görüşler olduğu hâlde, akıllı kimselerin yaradılışında olduğu gibi duâ edilirken semaya (göğe) doğru teveccüh edilir (yönelir) ve eller göğe doğru yükselir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiş: Avam tabakasının akılları, Allah’ı cihetten tenzih etmeye ermediği, hattâ bir cihette olmayan herhangi bir şeyin olmadığına cezm ettikleri için, zahiren teşbihe ve Sânî’in (Allah’ın) en şerefli cihette bulunmasına delâlet eden sözlerle onlara hitab edilmesi daha münasip, ıslahlarına daha yakın, onları doğru yola çağırmaya daha lâyıktır. Bununla birlikte, Allah’ın, hâdis olan,şeylerin alâmetinden kesin olarak münezzeh olduğuna dair, (Kur’ân’da ve hadîs-i şeriflerde) dikkatli uyarı ve işaretler vardır. Akıllı kimselerin duâ esnasıda yüzlerini göğe karşı kaldırmaları, Allah’ın gökte olduğunu itikad ettikleri için olmayıp belki gök, duânm kıblesi olduğu içindir. Çünkü hayırların, bereketlerin, nurların ve yağmurların yukarıdan inmeleri beklenilmektedir.
Burada Îmamu’l-Harameyn’in dedikleri sona erdi.

Bazı âlimler, bu itiraza cevaben demişler ki: Yukarıya doğru el ve baş kaldırmakta, Allahü Teâlâ’nın bir cihette olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bu sabit bir hakikattir. Çünkü, Müslümanlar namazda Kabe’ye yönelmekle emrolunmuşlar; halbuki Allah, Kâbe cihetinde değildir, namaz esnasında, secde edecekleri yere bakmakla emrolunmuşlar; halbuki Allah yerde de değildir. Keza… Secdeye kapanmalarında alınlarını, yüzlerini yere koymak emrolunmuş; halbuki o yer altında değildir. Belki bu hareketler, mücerred bir şekilde Allah’a ibâdet etmek ve O’ndan korkmak içindir. İşte duada ellerin yukarıya kaldırılması ve göğe doğru yönelmesinin sebebi de budur.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s. 113-117]

Ibn teymiyye ve ölüye Kuran okumak

Plaats een reactie

Adeta ibn Teymiyenin kitaplarını ellerinde “bayrak” edenler için
İbn Teymiye şöyle diyor:

تنازعو في وصول الاعمال البدنية كالصوم والصلاة والقراءة,و الصواب أنّ الجميع يصل إليه

Oruc,namaz,kıraat(Kuran kıraati) gibi bedeni amellerin sevabinin(ölüye)ulaşmasi hususunda(alimler) ihtilaf etdiler,fakat doğrusu
hepsinin(yukarıda kaydedilenlerin)ulaşmasidir”

Kaynak:İbn Teymiye:Mecmua ul Fetava:24/366

Imâm Es-Sâfii’nin çesitli bid’atlar hakkinda [rivâyet eden imâm El-Beyhaki]

Plaats een reactie


Hafiz El-Beyhaki « Menakibu s-sâfii (c. 1 s.468-469) kitabinda, imâm es-Sâfiinin su sözlerini rivâyet ediyor :
« المحدثات من الأمور ضربان:
– أحدهما : ما أحدث يخالف كتاباً أو سنة أو أثراً أو إجماعاً، فهذه البدعة الضلالة.
– والثانية: ما أحدث من الخير لا خلاف فيه لواحد من هذا، وهذه محدثة غير مذمومة »

« Yenilikler iki çesitlidir :
– Birisi, yenilenmis ve Kurâni, Sünneti, Sahabelerden Seleflerin yazilari yada icmâ’i inkar eden seydlerdir.
– Ikincisi, yenilenmis ama iyi – uygun- seylerden, ve onlarla (kuran, sunnet, icmâ’..) inkârda bulunmayan seylerdir, iste bu yenilik kinanilacak degildir »
[Ve bu dediklerini pekistirmek için, Cin « ne güzel bid’ât » sözünü nakletti]

Hadîs sahîh olduğunda işte o benim mezhebimdir sözü izahı!

Plaats een reactie

Hâfız ve Fakîh İmâm Nevevî şöyle demiştir:

Bize imâmlar İmâmı Ebû Bekr b. İshâk b. Huzeyme’den -ki O, hadîs ezberi ve Sünnet bilmek hususunda yüksek bir rütbedeydi- şöyle bir rivâyet geldi:

Ona, Şafiî’nin, kitâblarına koymadığı sahîh bir sünnet var mıdır?diye soruldu da, O, hayır, yoktur, dedi. Buna rağmen, -(her şeyi) kuşatmak beşere imkânsız olduğundan- Şâfi’î (rh), kendinden değişik şekillerle sâbit olan Sahîh hadîsle amel edilmesi ve açık olan sâbit nassa muhâlif sözünün terk edilmesi, şeklindeki sözünü söyledi: Arkadaşlarımız (rhm) Şafiî’nin vasiyyetine uyup birçok meşhûr meselede onunla amel ettiler…. Ancak, bunun, bu zamanlarda az kişinin üzerinde bulunan bir şartı vardır. Ben bunu Şerh-i Muhezzeb’in mukaddimesinde îzâh ettim.[1]
İmâm Nevevî, “Muhezzeb”in şerhi olan “el-Mecmû’”un Mukaddimesinde[2] bu şartı açıkladı ve şöyle dedi:

Şâfi’î’nin dediği bu söz, her sahîh hadîs gören kimse, bu Şâfi’î’nin mezhebidirdiyecek ve o hadîsin görünürdeki ma’nâsıyla amel edecek, demek değildir. Bu, ancak mezhebde ictihâd rütbesi olan kimse hakkındadır. Nasıl olduğu geçmişte anlatıldığı, veya ona yakın bir şekilde olarak. Şartı da, galip zannıyla, Şâfi’î’nin (rh) bu hadîse vâkıf olmaması, veya, sahîh olduğunu bilmemesidir. Bu da ancak, Şâfi’î’nin bütün kitâblarını ve ondan alan talebelerinin benzeri kitâbları ve onlara benzeyenleri mutâlâadan sonra olur. Bu, az kişinin üzerinde bulunan zor bir şarttır….

Ebû Amr (Hâfız İbn-i Salâh rh.) söyle dedi.
İmâm Şâfi’î’nin dediği sözün zâhiri ile amel etmek öyle kolay değildir. Her fakîhe hüccet gördüğü hadîsle müstakil olarak amel etmesi câiz değildir

———

[1]-(Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ ve’l-lügât: 1/51).
[2]-(1/104-105)