EBÛ HANİFE’NİN FIKHΠMETODU

Plaats een reactie

EBÛ HANİFE’NİN FIKHÎ METODU

Burada Ebû Hanîfe’nin hal tercümesine dalmak istemiyoruz. Ebu’l-Kasım b. Ebi’l-Avvâm’ın ve Ebû Abdillah el-Huseyn es-Saymerî’nin eserleriyle el-Muvaffaku’l-Mekkî’nin eserinde yer alan el-Hârîsi’nin kitabı ve İbn Abdi’l-Berr’in «el-İntikâ’»sında büyük bir kısmı nakledilen İbnu’d-Dahil’in risalesi, Ebû Hanîfenin biyografisi hakkında yeterli bilgileri vermektedir.

İbnu’d-Dahil, Ukaylînin ravisi idi. Ukaylî’ye cevap olmak üzere Ebû Hanîfe’nin faziletleri hakkında bir risale yazmıştır. Çünkü Ukaylî müslümanların fakihine ve onun seçkin arkadaşlarına cahilce dil uzatmıştır. İbnu’d-Dahîl, Ukaylinin gerçeğe uymayan bu sözlerine katılmadığını göstermek için adı geçen risaleyi kaleme almıştır. Hakem b. el-Münzir el-Bellûtî el-Endelüsî bunu, Mekke’de İbnu’d-Dahîl’den dinlemiş, ondan da İbn Abdi’l-Berr dinlemiş, büyük bir kısmını «el-İntikâ»sında Ebû Hanîfe’den bahsederken nakletmiştir.

İbn Abil’l-Berr’in Buhârî’den naklettiği haberlerin senedini gözden geçirmek insaflılık icabıdır. Aynı şekilde İbrahim b. Beşşâr er-Remâdî’nin İbn Uyeyne’den yaptığı rivayet de böyledir. İbnu’l-Cârûd er-Rakkî (41) ye gelince; onun şahidliği zamanın kadısınca reddedilmiştir, İbn Abdi’l-Berr daha fazla açıklamalarda bulunsaydı iyi olurdu.

Kısaca, Ebû Hanîfe aleyhinde konuşanların bir delili yoktur. Bu hususu «Te’nîbu’l-Hatîb» adlı kitabımızda açıkladık. Burada ise Ebû Hanîfenin fıkhî metodunu gösteren yönlerine işaret edeceğiz.

Ebû Hanîfenin adı Nu’mân b. Sabit b. Nu’mân b. el-Merzubân b. Zûta b. Mâh olup İran asıllıdır. Ailesi hakkında asla kölelik söz konusu değildir. İsmail b. Hammâd’ın bu konudaki sözü gerçeği ifade eder. es-Salâh b. Şâkir el-Kütübî, «Uyûnu’t-Tevârîh» de şöyle der: «Muhammed b. Abdillah el-Ensârî. «Ömer b. el-Hattab devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi biri tayin edilmemiştir» demiş, kendisine «el-Hasanu’l-Basrî de mi?» denildiğinde, «alim, zahid, abid ve takva sahibi olduğu halde vallahi el-Hasanu’l-Basrî de dahil» demiştir.» Ebû Hanîfenin soyu konusunda İsmail b. Hammad gibi birisinin sözünün doğruluğundan şüphe edilebilir mi?

Tahâvî, Muşkilu’l-Asar da (4/54) Bekkâr b. Kuteybe yoluyle Abdullah b. Yezid el-Mukrî’den şöyle nakletmiştir: «Ebû Hanîfeye geldim: bana kimlerdensin dedi, ben de Allah’ın islâmı lütfettiği kimseyim, dedim. Ebû Hanîfe bana, böyle söyleme, ancak bu mahallelerden biriyle müvalat akdi yap, sonra kendini onlara nisbet et. Çünkü ben de böyle yaptım dedi.» Bundan anlaşılıyor ki Ebû Hanîfe, mevâlidendir, azatlı kölelerden değil. «Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var?» (42)

İbn el-Cevzî, «el-Muntazam» da şöyle der: «İnsanlar Ebû Hanîfenin anlayış ve fıkhında ihtilâfa düşmüşlerdir. Sufvân es-Sevrî ile İbn’ul-Mubârek, «Ebû Hanîfe insanların en iyi fakihi» demişlerdir. İmam Malik’e «Ebû Hanîfeyi gördün mü?» diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: «Bir adam gördüm, sana bu sütunun altın olduğunu söylese onu ispat eder.» Şafii de, «insanlar fıkıhda Ebû Hanîfenin iyalidir» demiştir.

«Tertîbu’l-Medârik» de Kadî İyaz şöyle der: «el-Leys b. Sa’d İmam Mâlik’e «Bakıyorum terliyorsun?» demiş, Mâlik de; «Ebû Hanîfenin yanında terledim ey Mısırlı, o, gerçekten fakihtir» demiştir.

Diğer mezhep mensuplarının Ebû Hanîfe’nin mezhebinden nasıl yardım istediklerini «Bulûğu’1-Emânî» (43) adlı eserimde anlattım. Burada onları tkerar etmiyeceğim.

Ebû Hanîfe mezhebinin en bariz özelliği, istişareyi esas alan bir mezhep oluşudur. Onu bir topluluk diğejr bir topluluktan, sahabilere kadar ulaşan bir yolla almışlardır. Diğer mezhepler ise, imamlarının görüşlerinden ibarettir.

İbn Ebi’l-Avvâm şöyle der: «Tahâvî, İbn Ebi Sevr’in kendisine yazarak Nuh Ebû Süfyan kanaliyle Muğîre b. Hamza’nın şöyle dediğini nakleder: «Ebû Hanîfenin kendisiyle birlikte fıkıh kitaplarını tadvin eden seçkin kırk talebesi vardı.»

Yine İbn Ebi’l-Avvâm şöyle der: «Tahâvî, Muhammed b. Abdillah b. Ebi Sevr er-Ruaynî’nin kendisine yazarak, Süleyman b. İmran kanaliyle Esed b. el-Furat’dan şöyle nakleder: «Ebû Hanîfenin kendisiyle birlikte fıkıh kitaplarını tedvin eden kırk talebesi vardı. Bunların ilk onu arasında Ebû Yûsuf, Züfer b. el-Huzeyl, Dâvud et-Tâ’î, Esed b. Amr, Yûsuf b. Hâlid es-Semtî (Şafiînin hocalarından) ve Yahya b. Zekeriyya vardı. Ebû Hanîfe bunlara otuz sene fıkıh yazdırmıştır.»

Aynı senedle Esed b. el-Furat, Esed b. Amr’ın kendisine şöyle dediğini nakleder: «Talebeleri Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin cevabında ihtilâfa düşerler ve çeşitli cevaplar ileri sürerlerdi. Sonra meseleyi Ebû Hanîfeye sorarlardı. O da en uygun cevabı verirdi. O mesele üzerinde üç gün durduktan sonra onu kâğıtlara yazarlardı.»

es-Saymerî, Ebu’l-Abbas Ahmed el-Hâşimî-Ahmed b. Muhammed el-Mekkî-Ali b. Muhammed en-Nehâ’î-İbrahim b. Muhammed el-Belhi ve Muhammed s. Said el-Hârezmî yoluyle İshâk b. İbrahim’den şöyle nakleder: «Ebû Hanîfenin talebeleri onunla birlikte bir meseleye dalarlardı. Afiye b. Yezid el-Kâdî bulunmadığı zaman Ebû Hanîfe, «meseleyi Afiye gelinceye kadar bekletin.» derdi. Afiye gelip onlara uygun bir görüş beyan edince, Ebû Hanîfe meseleyi yazın derdi; Afiye onlara katılmazsa yazmayın, derdi.»

Yahya b. Main «et-Târîh» ve «el-İlel» de Ebû Nuaym (Fadl b. Dükeyn) yoluyle Züferden şöyle nakleder: «Ebû Hanîfe’nin derslerine devam ederdik. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen de bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebû Hanîfenin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebû Hanîfe, Yûsufa hitaben: «ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma, ben bugün böyle düşünüyorum, yarın onu bırakabilirim; yarınki görüşümü de ertesi gün teredebilirim» demiştir.»

Ebû Hanîfe, talebelerinden biri, gereği kadar incelenmeden bir meseleyi yazmak için acele ettiği zaman ona engel olurdu.

Bu anlatılanları göz önüne alınca el-Muvaffak el-Mekkî’nin «Menâkıbu Ebi Hanîfe» adlı eserinde (11/133) Ebû Hanîfenin seçkin talebelerini anlatırken kullandığı şu ifadenin doğruluğu anlaşılır: Ebû Hanîfe mezhebini talebeleriyle istişare esasına dayandırmıştır. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına dinde bir ictihadda bulunmamış; Allah, peygamber ve mü’minler için öğüt verirken aşırı gitmemiştir. O, meseleleri tek tek ortaya atar, talebelerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla bir ay hattâ daha fazla münakaşa ederdi. Bu meseleler hakkında görüşlerden biri ağırlık kazanınca Ebû Yûsuf bir esas olarak onu tesbit ederdi. Nihayet, O, bütün esasları (usûl) böylece tesbit etmiştir. En doğrusu ve gerçeğe en yakın olanı da budur. İnsanlar için bu, daha tatmin edici bir yoldur. Tek başına ictihad yapanların ve sadece kendi görüşüne bağlananların mezhebinden daha iyidir.»

Bundan anlaşılıyor ki Ebû Hanîfe, talebelerini kendilerine anlattığı şeyi kabule zorlamaz; aksine konu iyice aydınlansın diye onların kendi görüşlerini açıklamalarını isterdi. Böylece onlar, delili anlaşılan meseleyi kabul ederler; delilsiz görüşleri kabul etmezlerdi. Ebû Hanîfe, «Bir kimsenin neye dayandığımızı bilmeden bizim görüşümüzü nakletmesi doğru değildir.» derdi.

İşte Hanefî mezhebinin her tarafa eşsiz bir şekilde yayılışının sırrı ve Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinin üstünlüklerinin ve çokluklarının asıl sebebi budur. Çünkü fıkıh eğitiminde ve gençleri yetiştirmede onun metodu örnek bir metoddur.

Bu itibarla İbn Hacer el-Mekkî «el-Hayrâtu’l-Hısân» da (S. 26) şöyle der: «Bazı bilginler demişlerdir ki, meşhur İslâm müctehidlerinden hiç birinin Ebû Hanîfe gibi arkadaş ve öğrencileri yoktu. Bilginler ve bütün insanlar müteşabih hadisleri, içtihada dayanan meseleleri, yeni olayları, kaza ve hükümleri açıklamakta Ebû Hanîfe ve arkadaşlarından yararlandıkları kadar kimseden yararlarımamışlardır.» İbnu’n-Nedîm Muhammed b. İshak «el-Fihrist» de «Karada, denizde, doğru ve batıda, uzakta ve yakında ilmin tedvini Ebû Hanîfe sayesindedir. » demiştir.

İbnu’l-Esir, «Câmiu’l-Usûl» de şöyle der: «Allah’ın gizli bir sırrı olmasaydı bu ümmetin yarısı günümüze kadar büyük imâmın mezhebi üzere Allah’a ibadet etmezlerdi.»

Adı geçen bilginlerin üçü de, yani İbn Hacer el-Mekkî, İbnu’n-Nedîm ve İbnu’l-Esir, Hanefî mezhebi mensûbu değillerdi ki onun tarafını tuttukları söylensin.

Kısaca, Hanefî mezhebinin özellikleri şunlardır:

– Meselelerin uzun münakaşalara dayannılarak halli ve yazılması;

– Hükümlerin fakih sahabiler devrindeki f&ıkhın feyizli ve zengin kaynağına ulaşıncaya kadar topluluklardan rivayet edilmesi;

– Yeni olayların hükümlerini açı;klamada ardarda gelen toplulukların sürekli çabalar harcaması.

İşte bu sayededir ki Hanefî mezhebi, her devrin ihtiyaçlarına ve insanlığın medeniyetçe ilerlemesinin gereklerine ayak uydurmuştur.

Bu sebeple İbn Haldun «Mukaddime» sinde Mâlikî mezhebi hakkında aynen şöyle der: «Yine bedevi hayat, Mağrib ve Endülüste hakimdi. Buraların insanları, Iraklıların sahip olduğu medeniyete ilgi duymuyorlardı. Onlar bedevilik sebebiyle Hicazlılara daha yakın idiler. Bunun içindir ki Mâlikî mezhebi onlara göre daha uygundu. Medeniyet bu mezhebi ayıklayıp geliştirmemiştir.»

Asırlar boyu Endelüs’e hakim olan Mâliki mezhebi, İbn Haldun’a göre böyle olursa, uzun süre hükümleri medeniyetle haşir-neşir olmayan diğer mezhepler hakkında ne düşünülür!

Ebû Hanîfe’nin kıraati ise İslam ülkelerinde yaygın olan Asım kıraati’dir. O, delil getirirken en büyük yeri Kûr’ân-ı Kerîm’e verir. Kur’ân-ı Kerîm’in umumi ifadelerinin kesin olduğunu söyler. Onun namazda Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiğini herkes bilir. Bu eskilerden pek azına nasip olmuştur.

Bazı tefsir kitaplannda Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen şaz kıraatler asla ona ait değildir. Bu hususun münakaşasına burada gerek yoktur. Ancak el-Hatîbu’l-Bağdâdî’nin tarihinde, Zehebî’nin «Tabakâtü’l-Kurrâ» sında ve Cezerî’nin «Tabakât»ında belirtildiği gibi bu şaz kıraatler uydurularak Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmiştir. Bunları uyduran ise el-Huzâ’î’dir. Zehebi «Mîzânu’l-İ’tidal»de (3/501) Ebû’l-Fadl Muhammed b. Cafer el-Huzâ’î’nin hal tercümesini verirken şöyle der: «O, Ebû Hanîfe’nin kıraati hakkında bir kitap yazmış, Dârekutnî ise bu eserdeki görüşlerin uydurma ve asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Bazıları Huzâ’î hakkında «güvenilmez biridir» demişlerdir.»

Ebû-Hanîfe’nin çok hadis bildiği de fıkıh bablarında dayandığı delillerden anlaşılmaktadır. Bu hadisler seçkin talebeleri ve diğer hadisçiler tarafından on yedi müsnedde mevcuttur. Ayrıca el-Hatîbu’l-Bağdadî, Şam’a geldiğinde yanında Dârekutnî ile İbn Şahin’in «Musnedu Ebî Hanîfe» adlı eserlerini getirmiştir, Bu iki müsned sözü edilen on yedi müsnedden başkadır.

el-Muvaffak el-Mekkî «Menâkıb»ında (1/96) şöyle der: «Hasan b. Ziyâd, Ebû Hanîfe’nin dört bin hadis rivayet ettiğini, bunun iki binini Hammâd’dan, iki binini de diğer hadis bilginlerinden naklettiğini söylemiştir.» (44)

Ebû Hanîfe’nin ele aldığı meselelerin sgkseiLüc bina/ ulaşjtığı ve hadis üstadlarımn yeterli sayıda olduğu muhakkaktır.

Ebû Hanîfe’nin Arapçadaki gücünü ise, Arap diliyle ilgili ilimlerin beşiğinde yetişmiş olması ve Arapça kaidelere dayanarak fer’î meseleleri dikkatle incelemesi gösterir. Hattâ Ebû Ali el-Fârisî, Sîyrâfî ve İbn Cinnî «el-Câmi’u’l-Kebîr»de geçen, Ebû Hanîfe’nin yeminlerle ilgili görüşlerini açıklamak için birer kitap yazmışlar, onlar da, Ebû Hanîfe’nin Arapçanın sırlarına nasıl vakıf olduğunu itiraf etmişlerdir.

DİPNOTLAR:

(41) el-Hatîbu’l-Bağdadî, Târîhu Bağdâd’ta bu şahsın yalancı olduğunu (11/61, 69, 247) belirtmiştir. Bu şahsı «el-Müntekâ» sahibi Ebû Muhammed Abdullah b. Ali b. Cârûd en-Neysâbûrî ile karıştırmamak gerekir.

(42) Yûnus Sûresi, 32.

(43) Bu eser, «Bulûğu’l-Emânî fî Sîretil-İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî»dir. Kahirede 1355, Humusda 1388′de basılmıştır.

(44) Müellif «Te’nibu’l-Hatib» adlı eserinde (S. 152) Ebû Hanîfe’nin bildiği ahkâma dair hadislerin sayısının İmam Mâlik ve Şafiî’nin bu konuda bildiklerinden daha az olmadığını söyler ve bir müctehid için 500 kadar ahkâm hadisini bilmenin yeterli olacağını ileri sürenlerin de bulunduğunu kaydeder.

İbn Kudâme’nin «Ravdatu’n-Nâzır»ının mutasarı olan «Bulbulu’r-Ravda» adlı eserinde (S. 173-174) et-Tûfî, «bir müctehidin, ahkâmla ilgili 500 kadar âyet ve bir o kadar hadis bilmesi gerekir» der.

Hanefî Fıkhı’nın Esasları(önsöz)

Plaats een reactie

 

Hanefî Fıkhı’nın Esasları ve Muhammed Zahid El-Kevseri Hz.

 

HANEFÎ FIKHININ ESASLARI

(Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum)

Muhammed Zahid El-Kevserî
Çevirenler:
Doç. Dr. Abdulkadir Şener
Dr. M. Cemal Sofuoğlu
1982

ÇEVİRENLERİN ÖNSÖZÜ

Bu eserin yazarı merhum Muhammed Zahid el-Kevserî, Türk-İslam kültür çevresinin yetiştirdiği değerli ilim adamlarından, şair, edib, yazar ve güçlü bir eleştirici idi. Arap dili ve edebiyatı, fıkıh, hadîs, İslam tarihi ve Kur’an-ı Kerîm ilimlerinde derin ve köklü bilgi sahibi olduğu kadar dindar, mütevazi, medenî cesarete sahip ve aynı zamanda çok nazik bir insandı.. Ancak ilmî konularda muarızlarını tenkid ederken oldukça sert bir dil kullanırdı.

Yazarımız, 1296/1879 yılında Düzce’nin Hacı Hasan Efendi köyünde [1] doğmuş, ilk öğrenimini Düzce’de yaptıktan sonra 1311/1893 senesinde İstanbul’a gelip Kazasker Hasan Efendi (Ö. 1044/1634) Daru’l-Hadis’ine yerleşmiştir.

Fatih Camiinde Eğinli İbrahim Hakkı’nın (Ö. 1318/1900) derslerine devam etmiş, adı geçenin ölümünden sonra Alasonyalı Ali Zeyne’l-Abidîn Efendi’nin (Ö. 1336/1917) derslerini takip ederek yüksek öğrenimini bitirmiş ve 1322/1904 yılında icazet almıştır. 1325/1907 yılında da, Ders Vekili [2] Ahmed Asım (Ö. 1329/1911) başkanlığında, daha sonra Şeyhulislam olan Ahiskalı Mehmed Es’ad (Ö. 1334/1918), Dağıstanlı Mustafa b. Azm (Ö. 1336/1917) ve Tosyalı İsmail Zühdî (Ö. 1337/1918)’den oluşan bir heyet huzurunda dersiamlık imtihanını vermiştir.

1325/1907 tarihinden birinci dünya savaşının başlarına kadar Fatih Camiinde müderrislik yapan M. Zahid el-Kevserî, Darulfünunda fıkıh ve fıkıh tarihi derslerini okutmak için açılan imtihanı birincilikle kazanmış ise de, bu göreve mevcut öğretim üyelerinden birisi vekaleten getirildiğinden, tayini gerçekleşmemiştir.

el-Kevserî, Ürgüplü Mehmed Hayri Efendi’nin şeyhulislamlığı sırasında ıslah edilen medreselerde belagat, aruz ve ilmi vaz’ derslerini okutmakta iken, Kastamonu’da açılan yeni bir medreseyi faaliyete geçirmekle görevlendirilmiş ve burada üç yıl kadar kaldıktan sonra, 1327/1909 senesinde istifa ederek, İstanbul’a dönmüştür.

el-Kevserî, İstanbul’a gelir gelmez Darüşşafaka’ya, bir ay sonra da Medresetü’l-Mütehassisîn’e müderris olarak tayin edilmiştir. Ders vekaleti meclisine üye olarak seçilip bir süre sonra da 75 Osmanlı lirası (altın) aylıkla Ders Vekilliğine tayin edilinceye kadar bu görevlere devam eden el-Kevserî, İttihat ve Terakkîcilerle anlaşamadığı için Ders Vekilliğinden azledilmiştir. Ancak Ders Vekaleti Meclisi üyeliği ile müderrislik görevini, 13 Rebiu’l-Ahir 1341 (3 Kasım 1922) tarihinde Mısır’a gitmek üzere Türkiye’den ayrılıncaya kadar sürdürmüştür.

M. Zahid el-Kevseri, bir kaç ay Kahire’de kaldıktan sonra Şam’a gelip bir yıl burada oturmuş, sönra tekrar Kahire’ye dönerek, Camiu’l-Ezher’de okuyan Türk öğrencilerinin kaldığı Ebu’z-Zeheb Muhammed bey (Ö. 1189/1775) Tekkesine yerleşmiştir. 1347/1928 yılmda geri Şam’a gitmiş ve bir yıl kaldıktan sonra tekrar Kahireye dönüp Mısır Devlet Arşivinde (Daru’l-Mahfüzati’l-Mısriyye) bulunan bir kısım Türkçe belgeleri Arapçaya çevirme gibi mütevazî bir işte çalışarak geçimini sağlayan el-Kevserî, bundan sonra eşi ve çocuklarını da yanına getirmiştir. [3]

Son yıllarda şeker hastalığı ve tansiyonundan şikayet eden el-Kevserî geride yalnız eşini bırakarak, 71 yaşında iken 1371/1952 yılında vefat etmiş; Camiu’l-Ezher’de kılınan cenaze namazından sonra [4] Şafiî mezarlığında, dostu İbrahim Selim’e ait bölmede medfun bulunan kızlarının yanında toprağa verilmiştir. [5]

Tefsir, hadis ve fıkıh alanlarında çok geniş bilgi sahibi olan M. Zahid el-Kevserî’nin ilmî faaliyet ve eserlerini iki kısımda ele alabiliriz:

1-Türkiye’de iken çeşitli konularda yirmiden fazla eser yazmış ise de, sadece dördü basılabilmiştir. Bunların birisi Farsça, birisi Türkçe, öteki ikisi Arapçadır. Kendisi, Türkiye’de yazdığı eserler arasında tefsire dair iki ciltlik basılmamış eserinin çok önemli olduğunu söylerdi.

2-Mısır ve Şam’da iken yazdığı eserlerin sayısı otuzu geçmektedir. Arapça olarak kaleme aldığı bu eserlerin çoğu basılmıştır. Hadis, fıkıh, fıkıh usülü ve İslam bilginlerinin biyografileriyle ilgili elliden fazla esere uzun önsözler, notlar ve açıklamalar yazmıştır. Mecelletü’l-İslam gibi dinî ve ilmî dergilerde çıkan yüzden fazla makalesi öğrencileri tarafından derlenmiş ve «Makalatu’l-Kevserî» adiyle yayınlanmıştır. [6]

İşte bu Makalatu’l-Kevserî’nin baştarafında, yazarın hayatı ve eserleri hakkında Ahmed Hayri’nin kaleme aldığı 80 sahifeyi bulan bir mukaddime yer almaktadır. Biz bu önsözümüzü daha çok Ahmed Hayri’nin söz konusu mukaddimesi ile, yazarın «et-Tahrîru’l-Veciz» [7] adlı eserinden yararlanarak yazdık.

En çok hadisle uğraşan el-Kevserî, Hanefî imamları Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi Ebu Hanîfe’nin öğrencilerinin biyografileri, görüş ve ictihadları üzerinde durmuştur. el-Kevserî’nin, el-Hatîbu’l-Bağdadî’ye karşı Ebû Hanîfe’yi savunmak gayesi ile yazdığı 200 sahifeyi aşan «Te’nîbu’l-Hatib» adlı eserini [8] burada özelilkle zikretmek isteriz.

Tercümesini sunduğumuz kitaba gelince bu eser, merhum el-Kevserî tarafından ünlü Hanefî hukukçusu Zeyla’î’nin «Nasbu’r-Raye li-Ahadisi’l-Hidâye» adlı kitabına [9] mukaddime olarak yazılmış olup ilk önce sözkonusu kitabın birinci cildinin baştarafında yayınlanmıştır. Nasbu’r-Raye’nin baskısı yapılırken Muhammed Yûsuf el-Benûrî, bu mukaddimeye bazı notlar ilave etmiştir. Biz bu notlardan lüzumlu olanları da tercüme ettik. Daha sonra da değerli muhakkik Abdu’l-Fettah Ebû Gudde tarafından, bir kısım ilavelerle dip notlar eklenerek ayrı bir eser halinde «Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum» (Iraklıların Fıkıh ve Hadisleri) adıyla bastırılmıştır [10] Biz, genellikle A. F. Ebû Gudde’nin bu ilave ve dipnotlarını da tercüme ettik.

Burada yazarımız M. Zahid el-Kevserî’ye Allahtan rahmet diler, bu kıymetli eserini doğup büyüdüğü ve yetişdiği toprağın insanlarına sunmakla mutluluk duyduğumuzu belirtmek isteriz.

Ayrıca bu eserin tercüme ve neşri hususunda Sayın Prof. Dr. Mehmed Hatiboğlu aracılığı ile kendisinden müsaade istediğimiz muhterem ilim adamı ve Zahid el-Kevserî’nin değerli ve vefakar talebesi Abdu’l-Fettah Ebu Gudde, tercümemiz için bir takdim yazısı ile eserin Arapça ikinci baskısı sırasında «Ebu Hanîfe’nin Arkadaşlarından ve Hanefî mezhebinden Bazı Büyük Hafız ve Hadisçiler» ve «Ek Bölüm» kısımlarına yapmak istediği bazı ilaveleri bize göndermek lütfunda bulunmuştur.

Kendilerine bu samimî ilgi ve zahmetlerinden dolayı ne kadar teşekkür etsek azdır.

15.4.1981, Ankara
Çevirenler

DİPNOTLAR:

[1] Bu köy, adını 1280/1863 yılında Kafkasya’dan muhacir olarak gelen yazarın babası Müderris Hasan el-Kevserî’den (Ö. 1345/1926) almıştır. Şimdiki adı ise «Çalıcuma»dır. O bölge halkının rivayetine göre bu ad oraya, Selçuklular zamanında askerler çalılar arasında Cuma namazı kıldıkları için verilmiştir.

[2] Bu ünvan, ilmiye ve medrese işleriyle uğraşan şeyhulislam yardımcısına verilirdi.

[3] Bir oğlu, üç kızı vardı. Oğlu ile kızının biri İstanbul’da, öteki iki kızı da babaları hayatta iken Kahire’de ölmüştür

[4] Merhumun cenaze namazında bulunmak, mütercimlerden Abdulkadir Şener’e de nasip olmuştur.

[5] Eşini kaybettikten bir süre sonra ayağına sıcak su dökülüp rahatsızlanan karısı, Türkiye’ye dönmüş ve 1957 yılında Düzce’de hayata gözlerini yummuştur

[6] Kahire, 1372

[7] 1360/1941 yılında Kahire’de basılan bu eser, yazar tarafından talebelerine verilmek üzere icazetname olarak hazırlanmış olup merhumun kendisi ve hocaları hakkında değerli bilgileri içine almaktadır. Biz, bu icazetnameden Hüseyin Atay adına düzenlenen nushayı kullandık.

[8] Kahire, 1361

[9] Kahire, 1938

[10] Kahire, 1970

VEHHABİ FİRKASİN TOKAT GİBİ CEVAP:”-MUHAMMED BİN ABDÜLVEHHAB:”TEVESSÜL İCTİHADİ MESELEDİR VE BU MESELELERDE İNKAR OLMAZ”…!

Plaats een reactie

Sevgili kardeşlerimiz,Tevessülü inkar eden vehhabiu firkasina kendi şeyhlerinin sözleri ile cevap vermeye devam ediyoruz

فكون بعض يرخص بالتوسل بالصالحين وبعضهم يخصه بالنبي صلى الله عليه وسلم, وأكثر العلماء ينهي عن ذلك ويكرهه, فهذه المسألة من مسائل الفقه,

 ولو كان الصواب عندنا قول الجمهور إنه مكروه فلا ننكر على من فعله, ولا إنكار في مسائل الاجتهاد, لكن إنكارنا على من دعا لمخلوق أعظم مما يدعو الله تعالى, ويقصد القبر يتضرع عند ضريح الشيخ عبد القادر أو غيره يطلب فيه تفريج الكربات

“Bazi alimlerin salihlerle tevessül etmeğe ruhsat vermeleri, bazilarininsa bunu Peygambere- sallalahu aleyhi ve sellem- mahsus etmeleri , alimlerin büyük bir kısmının ise bunu yasak edib mekruh saymaları fikhi meselelerden bir meseledir. Biz bunun mekruh olmasına dair cumhurun görüşünün doğru görüş olduğunu söylesek de, bunu edeni inkar etmiyoruz ve ictihadi meselelerde inkar etmek yokdur.”

“Fetava Mesail Şeyh Muhammed bin Abdülvehhab/9”

Abdulvehhabin buna mekruh demesi bizim icin delil degildir, ehli sunnete gore tevessul haktir! Burda sadece tevessul edenlere şirkle hitap edenlere tokat gibi cevap var, kendi imamlarindan

MUHAMMED BİN ABDÜLVEHHAB:”SUFİLER İBADETE İTİNA İLE YAKLAŞİYORLAR”…!

Plaats een reactie

Vehhabilerin Şeyhul İslam lakabiyla zikr etdikleri Muhammed bin AbdülVehhab İslamı iki kisimdan oluşmuş sayıyor, fikıh ve tasavvuf:

اعلمْ – أرْشدَك الله – أنَّ اللهَ سبحانه وتعالى بعَث محمداً – صلى الله عليه وسلم – بالهدى الذي هو العلمُ النافعُ ، ودينِ الحقِّ الذي هو العملُ الصالحُ ، إذا كان مَن ينتسِب

 إلى الدينِ : منهم مَن يتعانى بالعلمِ والفقهِ ويقول به كالفقهاءِ ، ومِنهم مَن يتعانى العبادةَ وطَلَبَ الآخرةَ كالصوفيةِ ، فبعَث الله نبيَّه بهذا الدينِ الجامعِ للنوعَيْن

“Bil ki – Allah seni doğruya yöneltsin – Allah – Subhanehu ve Teala – Muhammedi – sallallahu aleyhi ve sellem – faydalı ilim olan hidayet ve salih amel olan hakk dinle göndermişdir.
Din muntasıblarindan fakihler gibi ilim ve fıkıhla meşgul olurlar ve Sufiler gibi ibadete itinayla yaklaşan ve Ahireti taleb edenlerde var.
Yüce Allahda kendi Nebisini bu iki türü (fıkhı ve tasavvufu) oluşturan bir dinle göndermişdir.”

Kaynak: Muhammed bin AbdülVehhab: Fetava ve Mesail: sayfa 31

Ibn Kudame(ra) ve mezhep taklidi!

Plaats een reactie

Allame Muvaffakuddin İbn Kudamə (541-620 h/ 1146-1223 m) müctehid seviyyesine gelmemiş birinin üzerine taklidin vacib olması hakda şöyle diyor:

وأما التقليدُ في الفروعِ , فهو جائزٌ إجماعًا. فكانتْ الحجةُ فيه الإجماعُ . ولأنَّ المجتهِدَ في الفروعِ إما مُصِيبٌ ، وإما مُخطئ مٌثابٌ غيرُ مأثومٍ ، بخلافِ ما ذكرناه .
فلهذا جازَ التقليدُ فيها، بل وجبَ على العامِّي ذلك .
وذهَب بعضُ القدريّةِ إلى أن العامّةَ يلزَمهم الن

ظرُ في الدليلِ في الفروعِ أيضًا.
وهو باطلٌ بإجماعِ الصحابة ِ؛ فإنهم كانوا يُفتُون العامّةَ ، ولا يأمُرونهم بنيْلِ درجةِ الاجتهاد ، وذلك معلومٌ على الضرورةِ والتواترِ مِن علمائهم وعوامِّهم .
ولأنَّ الإجماعَ منعقِدٌ على تكليفِ العامِّي الأحكامَ ، وتكليفه رتبةَ الاجتهادِ يُؤدي إلى انقطاعِ الحَرْثِ والنَّسْلِ، وتعطيلِ الحِرَفِ والصنائعِ ، فيُؤدِّي إلى خرابِ الدنيا .
ثم ماذا يصنَع العامِّي إذا نزَلتْ به حادثةٌ إن لم يثبُتْ لها حكمُ إلى أن يبلُغَ رتبةَ الاجتهادِ ، فإلى متى يصير مجتهدًا ؟ ولعله لا يبلُغ ذلك أبدًا ، فتُضيَّع الأحكامُ .
فلم يبقَ إلا سؤالُ العلماءِ ، وقد أمَر اللهُ تعالى بسؤالِ العلماءِ في قولِه تعالى : فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ

“Furuda (fıkıhda) taklide gelince bu icmayla caizdir. Çünki bu mevzuda hüccet icmadır. Ayni zamanda furuatda ictihad eden kimse (yukarıda) zikr etdiyimizden (akideden) farklı olarak ya isabet etmişdir, yada hata etmiş lakin sevap almışdır.
Bu sebeblede furuda taklid caiz, hatta ammi (müctehid olmayan) kimse için vacibdir!
Bazi Kaderiler avamın furuatda da deliller üzerinde analiz aparmasının gerekli olduğunu söylemişler.
Bu görüş sahabinin icmasıyla batildir! Çünki, onlar avama fetva verer ve avama müctehid mertebesine ulaşmaği emretməzdiler! Bu onların (sahabilerin) alimlerinden ve avamlarından zaruret ve tevatürle bilinen bir şeydir.
Ayni zamanda amminin (müctehid olmayanın) hükümlerle mükellef olduğu hakda icma mevcuddur. Amminin ictihadla mükellef tutulması (bunla meşgul olub diğer işlerden uzak kalacağı içinin) hasatin ve soyun kesilmesine, sanatlarin ve sanayinin ortadan kalkmasina ve neticede dünyanın berbat olmasına/anarşiye getirib çikarir.
Ayrıca (ayet ve hadislerde) hükmü sabit olmamış bir konu ortaya çıkdığı zaman, ictihad mertebesine ulaşana kadar ammi nasil davranacak? Ne kadar müddete müctehid mertebesine varacak? Belkide o hiç bir zaman bu mertebeye varmaz ve neticede hükümler zayi edilir.
(Mükellef olduğu hükümleri öyrenip amel etmesi için) Geriye ancak alimlere sormak yolu kaliyor. Yüce Allah alimlere sormağı bu ayetde emretmişdir:
“… Eğer bilmiyorsanizsa, zikr ehline sorun.” (El Enbiya: 21/7).”

Kaynak: İbn Kudame: Ravdatun Nazir ve Cunnetul Munazir:sayfa 206

Ibni el Mübarek(ra) Imam Azam Ebu Hanife(ra) hakkında!

Plaats een reactie


Gördüğünüz resim İmam Zehebinin(r.a) “Siyer Alem En Nubela” isimli kitabinin 6-ci ciltinin 403-cü sayfasidir ve bu sayfada şu sözler geçmekte:

وقال ابن المبارك: أبو حنيفة أفقه الناس

“İbni El Mübarek dedi ki:”Ebu Hanife insanlar arasinda en fakih olanidir”

Ayni zamanda bu rivayet Imam Hacer el-Askalaninin(r.a) “Tehzib ut Tehzib” adli kitabinin, cilt No.10, sayfa No. 401-de geçmektedir.

Ebu Hanife(ra) fazileti(3)

Plaats een reactie

Şafii imamlar’ından Şeyhülislam İbn Hacer el Heytemi’nin İmam Azam hakkında ki yazdığı Fıkhın Sultanı adındaki eserden alıntılar:

Hikaye edilir ki bir gün Abdullah b.Mübarek hazretleri insanlara hadisleri aktardığı bir sırada, “Hadisi Bana Nu’man b. sabit rivayet etti”deyince “Kimi kastediyorsunuz?”denildi. “Evet, ilmin özü olan Ebu Hanife’yi kastediyorum”diye cevap verince orada bulunanlardan bazılarının hadisi yazmaktan geri durduklarını gördü. Biraz duraklama ve sessizlikten sonra dedi ki: “Ey insanlar, edebiniz az, alim imamların mertebesi konusunda cehaletiniz çok olup hala ilim sahiplerini farkedemiyorsunuz. Ebu Hanife hazretleri her ilimde kendisine uyulmaya herkesten çok hak sahibidir. O, öyle fakih bir alım ve öyle takva sahibi temiz bir imamdi ki kimsenin açıklayamadığı, anlayamadığı ilmi sırları açıklayıp anlatmıştır”. İşte edep konusundaki ihmalden dolayı bir ay süresince hadis aktarmayı terkedeceğine yemin etti.

Sufyan-ı Sevri demiştir ki : “Ebu hanife hazretlerinin yanından  geliyorum”diyen kimseye hitaben,”Dünya üzerinde bulunanların en fakihi olan zatın huzurundan geliyorsun demektir”dedi

Yine Sufyan-ı Sevri demiştir ki: “Ebu Hanife hazretlerine muhalefet etmek isteyen kimsenin, değer itibarıyla daha üste ve ilim yönünden daha bilgili olması gerekir ki böyle bir şahıs bu zamanlarda bulunmaz

Ebu Hanife’nin Kitâbu’r-Rehn’İ Sufyan hazretlerinin başı altında görülünce, “Siz bunu okurmusunuz?”diyenlere, “Evet, nedemek istiyorsunuz? Keşke Ebu Hanife hazretlerinin her kitabı elime geçse de okuyabilsem. Bizler insaf etmiyoruz. Yoksa o, ilmi zorukları halledip açıklama konusunda en yüksek dereceye ermiş ve basklarına meydan bırakmamıştır” Onun için Ebu Yusuf hazretleri, “Sufyan-ı Sevri İmam Azam’a benden daha çok uyardı”demiştir.

Imam Ebu Hanife(ra) fazileti(2)

Plaats een reactie

Şafii imamlar’ından Şeyhülislam İbn Hacer el Heytemi’nin İmam Azam hakkında ki yazdığı Fıkhın Sultanı adındaki eserden alıntılar:

Sufyan b. Üyeyne, “Ebu Hanife’nin benzerini gözlerim görmüş değildir”dedi. Bunun gibi sufyan hazretleri dedi ki: “Megazi ve siyer ilmin talep eden Medine’ye, haccın menaşıkını öğrenmek isteyen Mekke’ye, bütün fıkıh ilmini arzu eden de Küfe’ye gitmeli ve Ebu Hanife’nin dostlarından ayrılmamalıdır.

Abdullah b. Mübarak, “Ebu Hanife hazretleri insanların en fakihi idi. Ondan daha fakih kimse görmedim. Bütün faziletlerde, ‘Allah’ın ayerlerinden bir ayettir’”demiştir.

Yine Abdullah hazreterli demiştir ki: “İçtihada ilişkin meselelerde Malik ve Sufyan hazretlerine de müracaat edilir. Ancak Ebu Hanife hazretleri hepsinden daha fakih, görüşleri daha ince, fıkıh ilminin özüne ve hakikatlerine vakıftır. Resul-i Ekrem Efendimiz’den örnek bulamadığımız meselelerde İmam Ebu Hanife’nin sözleri Peygamberimizin sözü yerine geçer”

Ebu Hanife(ra) fazileti!(1)

Plaats een reactie

Şafii imamlar’ından Şeyhülislam İbn Hacer el Heytemi’nin İmam Azam hakkında ki yazdığı Fıkhın Sultanı adındaki eserden alıntılar:

Hatip el-Bağdadi’nin Şafii hazretlerinden rivayet ettiğine göre İmam Malik hazretlerine, “İmam Ebu Hanife hazretlerini nasıl gördünüz ?” denildiğinde, “Evet. Öyle bir zat gördüm ki eğer mesela bu direğin altın olduğuna inansaydı, ona kesin bir delil getirmekten aciz kalmazdı” diye cevap vermiştir”

Başka bir rivayette bir zat, meşhur kimselerin çoğunu İmam Malik hazretlerine sormuş ve sözünün sonunda, “Ebu Hanife hazretleri için ne buyurursunuz?” deyince o da,”Subhanellah, onu başkalarıyla kıyaslamak mümkün müdür? Tallahi, ben ömrüm boyunca Ebu Hanife hazretlerinin benzerini görmüş değilim. Şu mescidin direğinin altın olduğunu iddia etseydi, iddiasının doğruluğunu için kabul edilir bir kıyas delili getirebilirdi”demiştir. Abdullah b. Mubarek dedi ki : Bir gün İmam Malik, ona layık gördüğü üstün hürmeti gösterip onu baş köşeye oturttu. O ayrildiktan sonra bize, “bu zat Ebu Hanife denilen Nu’man b. Sabir hazretleridir. Şu direk altındır dese gerçekten dediği gibi çıkar. Fıkıh ilminin en ince meselelerine dair hükümler çıkarmak, kendisine çok kolay kılınmıştır. Herkesin şaşırdığı meselelerde hiç zamet çekmeden doğru hükme ulaşır” dedi.

Daha sonra Sufyan-ı Sevri hazretleri geldi; ancak Ebu Hanife hazretlerinin oturduğu yere onu oturtmadı. Oda o meclisten ayrılınca onunda fakihliği ve faziletlerini anlattı. Talebelerinden Harmele’nin(Harmele b.Yahya et-Tuçibi el-Mısrı: Ebu Hafs künyesiyle anılır. İmam Şafii hazretlerinin dostlarının büyüklerindendir. Tuçib, müzarı sigasıyla kabile ismidir) rivayetinde İmam Şafii hazretleri,  “Fıkıh ilminde derinleşmek isteyen kişiler, Ebu hanife hazretlerinin sohbetlerne katılmalıdır. Çünki söz konusu ilim, ona kolay kılınmıştır”demiş; Rebi(Rebi b Süleyman el-Muradı el-Mısrı de İmam Şafii hazretlerinin önde gelen dostlarından olup onun telif ettiği eserleri rivayet etmekle meşhurdur. Hadis ilmi imamlarındandır. Dört Sünen sahibi ve diğer hadis alimleri kendisinden hadis rivayetleri almışlardır. İrtihali 270’te(884) vuku bulmuştur) rivayetinde “insanlar fıkıhta Ebu Hanife hazretlerinin çocuklarıdır” dedikten sonra, “Mâ raeytü ehaden efkahu minhu” buyurmuştur ki, “Ondann daha çok fıkıh ilmine aşina bir kimse bilmiyorum” demektir. Burada “raeytü”(görmedim), “alımtu”(bilmiyorum) manasındadır; “edrektu”(idrak etmedim,anlayamadım) değil. Çünki İmam Şafii, İmam Azam hazretlerine yetişmiş değildir. Bunun gibi İmam Şafii’nin, “Ebu Hanife hazretlerinin kitaplarını mütaala etmeyen kimse fıkıh ilminde derinleşemez” dediği rivayet edilmiştir.

Bi Asker kardesimiz anlatiyor:(münazara)!

Plaats een reactie

askerde kendi aralarında sapık fikirler yürüten vehhabi askerlere kulak misafiri olur ve sonunda tahammül edemeyip aralarına karışır ve yine askeri sistemden bir örnekler güzel bir cevap verir.

Askerlik yaptığım şu sıralarda, daha acemi birliğinde iken MEZHEPSİZ zihniyetli, vehhabi taraftarı birkaç kişi ile çeşitli münazaralarım olmuştu.. Büyükler “kişi bilmediğinin düşmanıdır” derler.. Onlar der de, söz doğru olmaz mı..

Eserleri okumadan, kulaktan duyma bilgilerle kesilen ahkamlar.. Örneğin, İbni Teymiyye isimli habis insanın İbn-i Arabi Hazretlerine “kafir” dediğini bilirdim, okumuştum, ama bir müslümanın bu sapığa uyup büyüklere bu derece dil uzatabileceği pek aklıma yatmazdı..

Acemi birliğinde bulunan bazı vehhabilerin, daha tanımadan etmeden bu büyüklere dil uzattıklarını ve bilmedikleri halde sınıflandırdıklarını görünce cehaletin ne kadar fena birşey olduğunu anladım.. İbn-i Arabi (k.s.) Hazretleri (haşa) kafirmiş.. İmam-ı Gazali az biraz iyiymiş.. İmam-ı Rabbani Hazretleri iyi ve büyük alimmiş.. Biz Şeyh-i Ekber dediğimiz için, biz de kafir oluyormuşuz..

Bu saydığım zevatın kaç kitabını okudunuz sorusuna verilen cevap koccaman bir “hiç” şeklinde.. O halde çok büyük alim olduğu kabul edilen İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bile, İbn-i Arabi Hazretlerine Şeyh-i Ekber dediğini cahil nereden bilecek?

İlk sorduğumda şafii olduklarını belirtip, sonra güneşin dünyaua olan açısına göre mezhep değiştiren, kah hanbeli, kah hanefi olan insanlar..

Ve yine kesilen ahkam.. Neymiş? SAHİH olan hadislere uyulur, alimlere uyulmazmış.. Fıkh kitaplarına uymak yanlışmış..

UFAK MÜNAZARA

İşte böyle bir vaaz esnasında girmiştim salona.. Orada bulunan türklere, sahih hadise uymanın önemini anlatıp, fıkh kitaplarına uymanın yanlış olduğunu açıklıyordu vatandaş.. Zayıf hadislere itibarın fenalığını anlatıyordu.. Biraz kulak müsafiri oldum.. Sonra şöyle dedim:

– Yani fıkh kitabında yazan ile, sahih hadiste yazan birbirine uymazsa, biz sahih hadise uyacağız öyle mi?

– Tabii.. Resulullah’ın sahih hadisine uyulur, alimlerin sözünün kıymeti yoktur.. Onlar dinde ahkam kesemez..

– İyi de sahih hadisi nereden bileceğiz?

– Sen Kütübi Sitteyi, Buhari’yi bilir misin?

– Duydum..

– İşte onda hep hadisler sahihtir..

– Müslim de var..

– Evet o da hep sahih..

– Ama Buhari’nin bazı hadisleri, Müslim’e göre sahih değildir.. Veya tam tersidir.. Veya aynı kitapta birbirine zıt hüküm içeren iki ayrı hadis bulunur..

– Olmaz öyle şey..

– Bilmediğin için olmaz diyorsun.. Sana bir soru soracağım, madem fıkh kitaplarında bazen sahih hadis terkedilip, zayıf hadis ile amel edilmiş ve bu sana göre yanlış.. Buyur bir misal ile ele alalım..

– Buyur..

– Şu salonda kaç kişiyiz.. 50 kişi varız.. Şimdi kapı açılsa ve komutan “SOYUNUN” diye emir verse.. Hepimiz soyunur bekleriz.. Bu emri toplam 50 kişi duymuştur.. Komutan kapıyı kapattı gitti.. Diğer kapı açıldı ve doktor 45 kişiyi muayenehaneye aldı.. Salonda 5 kişi kaldı.. Komutan o ara yine geldi ve “GİYİNİN” emrini verdi.. Şimdi bizim bölük olarak çıplak mı gezmemiz gerekir, yoksa üstümüzü giyinip gezmemiz mi?

– Giyinmemiz gerekir, zira emir var..

– İyi de bu emri 5 kişi duydu, 45 kişi soyunun emrine uydu.. Şimdi teker teker bizim binaya gitsek ve ordan sorsalar.. Komutan ne dedi deseler.. 50 kişi SOYUNUN dedi diyecek, 5 kişi TEKRAR GİYİNİN dedi diyecek.. 50 kişinin haberi, 5 kişinin haberinden hem kuvvetli ve hem de sahih değilmidir?

– Öyledir ama, komutan emir vermiştir.. Herkesi kapsar..

– Resulullah Efendimiz (s.a.v.) bir emri neshettiği vakit, bu da herkesi kapsamaz mı? Bu durumda bazen ZAYIF haberin, SAHİH haberi neshetmesi mümkün olmaz mı?

– ….

– Buna nasih-mensuh ilmi derler.. Detayı çoktur, ancak bu ilimleri okumadan sırf hadis bilgisi ile ahkam kesilmez.. Sonra içkiyi içip namaza yaklaşmamaya da cevaz çıkar..

– Olur mu yav, içki haramdır..

– Ayette içki içmenin caiz, bu halde iken namaza yaklaşmanın yasak olduğu yazıyor..

– Sonra ama haram olduğu bildirilmiş..

– Neden sonrasına bakıyorsun? Ayet ayet ilerleyelim, her ayetin kendi hükmünü alalım..

– Olur mu öyle şey? Toplamına bakmak lazım..

– Bak ayetlerde bunu düşünüyorsun da, hadislerde neden düşünmüyorsun? Sahih bir hadis görürsem uyarım hemen diyorsun.. Hiç demiyorsun ki, acaba bundan başka bir hadis var mıdır konu ile alakalı.. Acaba bu hükm değişmiş midir.. Senin SAHİH HADİSE UYARIM demen, sapık insanın İÇKİYİ İÇERİM, NAMAZA YAKLAŞMAM demesinden farksız.. At gözlüğü ve cehalet ile ilerlemekten ibaret.. Ayeti kerimede bilmediklerimizi alimlerden sormamız emredildi.. Bir insanın doktora başvurmadan eczaneden hap alması tehlikelidir.. Muhaddisler eczanede satış elemanı gibidir, fakihler olmadan o ilacları kullanamaz ve veremezler.. Bu hususta İbni Haceri Mekki hazretlerinin Ameş’ten rivayeti vardır.. Fıkh kitaplarında her hüküm delilleri ile vesikalandırılmış, hangi haberin fıkhi olarak ne manaya geldiği bildirilmiştir.. Sahih hadis demek, (mutlak manada) kendisi ile amel edilen hadis demek değildir; sahih hadis demek, aktaran muhaddis imamın usulüne göre ravi silsilesi sağlam hadis demektir.. Umummu hususmu, nasih mi mensuh mu olduğuna bakılmadan.. Yoksa neshedilmiş bir hadis, isterse muttefekun aleyh olsun, yine amel zincirine eklenmez.. Hz. Zübeyr’e ipek giyme izni verildi.. Hususi olan bu izin ümmet için delil olmaz.. Hz. Arfece’ye altın burun izni verildi, bu da delil olmaz.. Haberin sıhhati başkadır, amel edilebilirliği başkadır.. Bunu da alimler ancak açıklar..

– ……… ( karsi taraftan cevap yok)

Older Entries