Peygamber Sallallahu aleyhi vesellemin kabrinin ziyaret etmek müstehab oluşu

Plaats een reactie

Subki, «Şifâü’s-Sekam»da der ki: (Üçüncü bab) Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in türbesinin ziyaretine yapılan seferin cevazına açıkça delâlet eden rivayetler hakkındadır. Tafsili şudur ki: Türbe-i şerifin ziyareti için yapılan sefer, geçmişten tâ zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Bu konu, sahabelerden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in müezzini olan Bilâl b. Ebi Rebah, (Allah ondan razı olsun), hakkında rivayet edilir ki, kendisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ‘in kabrini ziyaret etmek maksadıyla Şam’dan Medine’ye sefer etmiştir. Bunu iyi bir isnat ile kendisinden rivayet ettik ve bu rivayet, ziyaret için sefer edilmesine dair açık bir delildir.

Hafız Ebu’l-Kasım b. Asakir, Hafız Abdülganı el-Makdisı ve «El-Kemâl fî Tercemeti’l-Bilâl» adlı eserinde Hz. Bilâl’in hal tercümesinde Hafız Ebu’l-Haccac el-Müzzi de bu rivayeti zikredenlerdendirler.
Yine Subki mezkûr eserinde der ki: Ömer b. Abdülaziz’den (Allah ondan razı olsun), şöyle meşhur olarak rivâyet edilir ki, kendisi, Şam’dan Medine’ye «Benden Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme selâm söyle.» diye postacı gönderiyordu. Bunu, İbn Cevzi de zikretmiştir. Bu bilgiyi «Musiri’l-azmi’s-Sakin» kitabından naklettim. İmam Ebû Bekir b. Ebi Âsim en-Nebil (Öl: 287) de yazdığı «Menasîk» adlı eserinde isnatlardan tecrit ederek sabit olduğunu iltizam etmiş ve sonra demiş ki: Selef (Allah onlara rahmet eylesin), «ziyarete evvelâ Medine’den mi, yoksa Mekke’den mi başlanması efdaldir?» diye ihtilâf etmişlerdir. İkisinden hangisinin ilkin ziyaret edilmesi konusuna değinen ve ondaki hilâftan bahseden İmam Ahmed bin Hanbeldir ki, telif eylediği «Menâsikü’I-Kebir» adlı kitabında açıkça zikretmiş ve Hafız Ebi’l-Fadl Muharamed b. Nasır da bunu rivayet etmiştir. Daha sonra Subkl der ki: İlerde (kitabımızın dördüncü babında) kendisinden nakledeceğimize göre, Hicaz’da yapılan seferde ilkin Mekke’den başlayarak sonra Medine’ye gidip kabri şerifin ziyaret edilmesini ön gören zâtlardan biri de İmam Ebû Hanife’dir.

 

Ebû Bekir el Acurri yazdığı «Kitabü’ş-Şeriâ» adlı eserinde (Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin yanma defnedilen Ebû Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma babında) demiş ki: Eski ve yeni Müslüman fakihlerden herhangi birisi, kendisine isnat ederek bir menasik kitabı yazmışsa, mutlaka Medine’ye gelip de hacc veya umre yapmasını kasteden veya hiçbirisini yapmayı kastetmeyip yalnız Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin kabrini ziyaret etmek ve Medine’nin fazileti için orada ikâmet etmesini arzulayan her kimseye, ziyaret yapmasını emretmişlerdir. Bütün ulema, bu ziyaretin yapılmasını kitaplarında emretmiş, Peygamber sallallahü aleyhi ve selleme, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e de nasıl selâm verileceğini öğretmişlerdir. Hicaz’ın, Irak’ın, Şam’ın, Horasan, Yemen ve Mısır’ın eski ve yeni bütün âlimleri de böyle demiş ve yazmışlardır.

 

Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebû Abdillah b. Batta el-Ukberi, «Kitabü’l-îbane an-Şeriati’l-Fırkati’n-Nâciye ve Mucanebeti’l-Fırkati’l-Mezmûme» adlı kitabının «Fİ bâbi defn i Ebû Bekir ve Ömer mea’n Nebiyyi sallallahü aleyhi ve sellem» babında bu mânâya yakın bir ifade kullanmıştır.

 

Daha sonra Subki der ki: Bu, Ebû Bekir el-Acurri (360. H.) Muharrem ayında vefat etmiştir. Kendisi, sika (itimat edilir), doğru, mütedeyyin bir zât idi. Birçok telifleri vardır. 330 yılından önce, Bağdat’ta bulunmuş, sonra Mekke’de yerleşip orada vefat etmiştir. İbn Batta ise Hicri 387 yılının Muharrem ayında Ukber’de vefat etmiş, kendisi Hanbeli mezhebinin fakihlerinden olup imam ve faziletli bir hadis âlimiydi. Fıkıh bilgisi hadis bilgisinden daha çok idi. Birçok yararlı eserler yazmıştır. Ebû Bekir el-Acurrî ile İbn Batta’-dan başka âlimler de böyle söylemişlerdir.

 

Yine Subki mezkûr kitabında anlatıyor: Ziyaret babında kelâmlarını naklettiğimiz mezheb sahipleri olan fakihlerin tâbirlerinin çoğu, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin kabrini ziyaret için yapılan seferin müstehab olduğu şeklindedir. Çünkü hacceden kimsenin işini bitirdikten sonra, Medine’yi ziyaret etmesi müstehabtır, demişler. Ziyaret yapmak için de seferin yapılması zaruridir. Musanniflerin zikrettikleri Arabi’nin meşhur hikâyesi, yazdıkları menâsik bahsinde mevcuttur. O hikâyenin bâzı rivayetlerinde Arabi, (ziyareti yaptıktan sonra) devesine binip gitti, denilmektedir.

 

İşte, bu hikâye, Arabi’nin misafir olduğuna delâlet ediyor. İmamlardan bir cemaat bu hikâyeyi Utbi’den rivayet etmişlerdir. Utbi’nin adı, Muhammed b. Ubeydullah’tır. Halkın en fasihi (güzel konuşanı) idi. Âdâb hakkında birçok haber ve rivayetleri bilen bir zât idi Babasından ve Süfyan b. Uyeyne’den hadis rivayet etmiş, Hicrî 228 yılında vefat etmiştir. îbn Asâkir, «Tarih« kitabında, İb-nü’l-Cevzî, «Müsirü’l-Azm» adlı eserinde ve daha başkaları Utbi’ye isnad ile bu hikâyeyi nakletmişlerdir.

[Ebu Hamid bin merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s.244-246]

PEYGAMBER’E (s.a.v.) YAPILAN TEVESSÜLÜN HÜKMÜ

Plaats een reactie

PEYGAMBER’E (s.a.v.) YAPILAN TEVESSÜLÜN HÜKMÜ
Allame Yusuf ed-Dicvi

Soru Birçok kimselerin inançlarını güçlendirmek için, hakkında ayrı ayrı görüşler olan ve birçok cemaatın incelediği bir konunun açıklanmasını zat-ı fâzılanenizden rica ederiz. Konu: Herhangi bir hususta Peygamber’i (s.a.v.) vesile ederek Allah’a yakarmaktır. Bu tevessül mevzuunda muhtelif görüşler vardır. Hattâ bazıları tevessül etmek Allah’a ortak koşmaktır, demişlerdir.

Cevap — Peygamber’e (s.a.v.) tevessül etmek câizdir, yararlıdır. Bunda hiç şüphe etmemek gerekir. Bunun birçok sahih hadîslerle sâbit olduğunu ilerde gelecek olan tafsilâttan anlayacaksınız. Bu konuda şaşırmış kimselere, icmâlen kısa bir açıklamayla yardım edeceğiz. Tafsilini ve delillerinin beyanını başka yazacağımız makalelere bırakıyoruz. Kısaca cevabımız şudur: «Tevessül: işraktır (Allah’a şerik edinmektir) diyen tâife yanlışlıkla en zavıf illetlere dayanarak boş sözler söylemiştir. Bir Müslümanın, delil getirip bu konuda te’vil yolunda bulunan kimseleri tekfir etmesi câiz değildir. «Allah, her şevin yaratıcısıdır. Her şeyin hükümranlığı elindedir.» (Yâsin, 83); «Bütün işler O’na (Allah’a) döndürülür.» (Hud, 123) diyen kimseyi nasıl tekfir ediyorlar? Halbuki tevessül eden adam Kur’ân-ı Kerim’in bu âyetleriyle Allah’a tevessül ediyor. Çünkü, Allah’ın safi kullarından birisini Allah’ı vesile eden kimse, Allah’tan başka hiçbir hakikî fail olmadığını bilir ve ikrar eder. Hiçbir fiil ve yaratma işini, tevessül ettiği adama isnad etmez. Hattâ mütevessil (tevessül eden kişi), vesile edindiği kimsenin Allahü Teâlâ nezdinde bir rütbe ve manevi yakınlığı olduğunu bilmektedir ki, o rütbe ve manevî kurbiyyet makamının sabit olmasında hiç şüphe yoktur. Ve Peygamber (s.a.v.) o makam ve kurbiyyetle Kıyamet Günü halka şefaat eder. işte bu itikada binaen Kıyamet Günü Allahü Teâlâ nezdinde onlara şefaatte bulunmaları için halk enbiya ve resulleri vesile edinir. Şunu da ilâve edelim ki, mü’min kişi, imanının gereğiyle şüphesiz Allahü Teâlâ’nın hiçbir şeriki olmadığına ve ondan başka gerçek mâbud olmadığına itikad ettiğinden dolayı, kötü vesveselerden arınmıştır. Hatta aziz ve yüce Allah’tan başkasma zâhirde bir şey isnad ettiğini görsek bile, imânı muktezasiyle o isnadm hakikî olmayıp mecazî bir isnad olduğunu anlarız.

Biz hakikî ile mecazî olan isnadın birisini «bahar otu yeşertti» Sözünün mânâsında beyan ettik ve bu sözün bir mü’min ile kâfirden sâdır olması arasında mânâca fark olduğunu anlattık. Öyle ise, istiğase eden kimse, Allah’tan başkasına, yâni halktan istiğasede bulunduğu zaman, onun kendiliğinden hiçbir işi mustakil olarak yapamayacağını ve Allah’tan istimdat etmeyip, O’na rücû etmediğini itikad etmez ve kafası böyle düşünceden hâlidir. Halktan olan musteğasun bih, (kendisinden istiğase edilen kişi) ister diri veya ölü olsun aralarında fark olmayıp ondan istiğase etmek câizdir. Zira hiç şüphe yok ki, Allahü Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır ve itikadımıza göre Allah’tan başka hiçbir şeyin bizatihi, hiçbir şeye gerçek tesiri (eskisi) yoktur. İşte hak ehli olan Müslüman cemaatın inancı budur.

Allahü Teâlâ dahi, halkın birbirlerinden yardım taleb etmelerine ve istiğasede bulunmalarına işaret buyurmuştur. Nitekim Kur’- ân-ı Kerini’de, «Eğer onlar sizden dinde yardım isterlerse, yardım etmeniz gerekir.» (Enfal, 72), «…Şu kendi taraftarlarından, diğeri düşmanından idi. Kendi taraftarlarından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi.» (Kasas, 15); «Paylaşma meclisinde (vâris olmayan) yakın hısımlar, yetimler, miskinler bulunduğu vakit, onlara da o maldan verin ye güzel sözler söyleyin.» (Nisa, 8) buyurulmuştur ve hadîs-i şeriflerde bu konuda daha başka misaller de vardır. Şeriat dilinde çok olup, bu tâbirlerin insanların tabiatında çok olduğu açıkça bilinmektedir.

Tevessülü inkâr edenlerin en acayip durumlarındandır ki, cemadatlara (cansız eşyalara) tevessül etmekten ayrılmaz ve çekinmezler. Meselâ, su beni kandırdı, ekmek beni doyurdu, ilâç bana menfaat verdi, diyerek kanmayı suya, doyurmayı ekmeğe, yararı ilâca isnad ediyorlar. Fakat tevessülün Peygamber’e (s.a.v.) isnad edildiğini işittiklerinde inkâr edip kıyamet koparıyorlar. Onlardan sefih (beyinsiz) olanlar bunu inkâr etmekle böbürleniyor. Sanki güzel bir şey yaptıklarını zannederler. Onlar herkesten ziyade ihtiyaçlarını halktan talep etmekte bulundukları halde, onlardan şunu soruyoruz:

İşlerinizi görmek için ondan ihtiyacınızı talep ettiğiniz kimse, Allah ile ortak mıdır? Şayet bu itikat üzere iseniz, Allah’a ortak koşmakta en ileri kimse sizler olursunuz. Eğer «biz yapmak, vermek veya vermemek gibi fiilleri herhangi bir kimseye hakikî değil, mecazî ve sebep olduğu yolu ile isnad ediyoruz. Çünkü Allahü Teâlâ o kimseyi bir hayra, bir hizmete sebep kılmıştır», diye cevap verecekseniz, biz de size deriz ki:

Biz dahi öyle itikad ediyoruz. O hususta aramızda fark yoktur. Şayet tevessül için diri kimse ile ölüler arasında fark vardır diyecekseniz, burada birbirimizden ayrılıyoruz. Yani, diriler ile de, ölüler ile de tevessülün caiz olduğuna itikad ederiz. Zira bütün işlerin faili ancak Allahü Teâlâ’dır. Ne diri, ne de ölü kimse fail olabilir. Tevessül eden kişi, tevessül ettiği zatın hakikatta Allahü Teâlâ’nın nezdindeki makamına tevessül ediyor ve işin fâili, aziz ve yüce Allah’tan başkası olmadığına da itikad edince, mütevessülün bih olan zatın diri veya ölü olması arasında hiçbir fark kalmaz. Zira Allah nezdinde bir makam ve rütbesi olan kimse, ister hayatta, ister mematta olsun, rütbesi bakidir. Her iki hâlde de eşittir. Şu da ilâve olunur ki, diri ile ölü arasında böyle bir ayırım yapmak mü’min kimseye lâyık değildir. Kaldı ki, bir âlim böyle itikad etsin. Çünkü ruhlar, ölümden sonra da hayatta olup, müdriktirler. Hattâ idrakları daha kuvvetlidir. Işte bu nedenle hadîs-i şerifte rivayet edildiğine göre, ölüler kendi aralarında hayatta olanların durumlarını sorar, onların iyi işlerine sevinir, çirkin işlerinden üzülür, onlara dua ederler.

Şüphesiz Mi’rac gecesi Âdem (a.s.) ve diğer peygamberler, Peygamber’e (s.a.v.) dua etmişlerdir. Mü’minlerin ölülerine, hazır ve görünen kimselermiş gibi, «Üzerinize selâm olsun ey mü’minler cemaatı!…» diye onlara selâm vermemiz ve kılacağımız her namazda «Sana selâm olsun ey Peygamber!..» diye hitab etmemiz meşrudur. (Ettahiyyatü… duasında). Hadîs-i şerifte rivâyet olunduğuna göre, işlediğimiz ameller Peygamberimiz’e (s.a.v.) arz olunur. Onlar hayırlı amellerse, Allah’a hamdeder, şerli iseler Allah’dân bize mağfiret diler; hattâ yine hadîsteki rivâyete göre, amelleriniz ölü olan babalarımıza ve ehlimize de arz edilir. Şüphesiz Peygamber (s.a.v.) Müsâ’yı (a.s.) mezarında namaz kılarken görüp; Mi’rac gecesinde yedinci kat gökte namazla emir olunduğu zaman, ona müracaatta bulunmuş ve kendi ümmetinin durumunu ona söylemiştir. Yine Peygamber (s. a.v.) Hz. İbrahim’in (a.s.) selâmını bize tebliğ etmiştir. Yine Mi’rac gecesi Peygamberler toplanıp hutbe okumuş ve başka şeyler yapmışlardır. Sahabenin bazısının, çadırının yakınına kurduğu bir ölünün mezarında, ölünün Kur’ân-ı Kerim’in Mülk sûresini okuduğunu işittikleri hadîs-i şerifte vârid olmuştur.

Vehhabîlerin tek mercileri ve mezheblerinin müessisi olan îbn Teymiyye dahi şüphesiz kitaplarında evliyânın kerâmetlerini isbat etmiş, yine onların imamlarından olan İbn Kayyım dahi «Ruh» kitabında Ebû Bekir’in (r.a.) ruhu gibi kuvvetli ruhların, savaşlarda düşman ordusunu hezimete uğrattığını yazmış, yine imamlarından olan Şevkânı bile, Peygamber (s.a.v.) ile evliyâ ve âlimlere tevessül etmenin câiz olduğunu ispat ederek İzzeddin b. Abdüsselâm gibi «Yalnız Peygamber’e (s.a.v.) tevessül etmenin câiz olduğunu» söyleyen âlimlerin dediklerini reddetmiştir. Zira tevessülün illeti, Allah’a yakınlık ve makamının meziyetidir, diye düşünmüştür. Şevkânî gerçi birçok şeylerin tatbikatı hususunda çelişkiye düşmüş ise de, bu konuda Vehhabîler gibi doğruluktan sapmayıp onların cehaletine uğramamıştır.

Şevkânî «Neylü’l-Evtar» adlı kitabında meşhedlerle teberrük edilmesini isbatlamıştır. Her hal ü kârda Vehhabiler Resûlullah’a (s.a.v.) nidâ edecek veya ona tevessül edecek kimse, şüphesiz illâ onu ulûhiyyet vasfında Allah’a ortak eder diye iddia etmektedirler. Onların mezhebi böyledir.

Şayet nidâ ve istiğaseden Allah’a ortak edilmesi lâzım gelir diye iddia ederlerse, cevaben deriz ki: öyle ise, sizler ilk olarak müşrik ve sapık tâifesisiniz. Çünkü sizler, herkesten ziyade yaratıklara istiğase ediyorsunuz. Mezheblerine göre, ruhlar cesedin ölümünden sonra fâni olur. Kalib kuyusu ile daha başka hususlarda varid olan ve bütün ruhlara hattâ kâfirlerin ruhlarına da hayat isbat eden hadîs ve Kur’ân’ı tekzib etmekle ruhlar fâni olmaz. Onlar cesedin ölümüyle Allah nezdinde ruhların makamları silinip hiçbir iş için artık Allahü Teâlâ’ya dua etmelerine güçleri olmaz veya ruhlardaki ve Allah’ın onlara cesedin hayatmda hibe eylediği şeyler onlardan alındığı için herhangi bir işi yapmaları mümkün olmaz, diyorlar, işte böyle kabul etikleri için, vesveselerine tâbi olup tevessül ve istiğase hakkında Peygamber (s.a.v.) ile salih seleflerden rivayet olunan haberleri tekzib ettiler. Böyle yapmakla aklı ve nakli delillere muhalefet etmiş ve câhillerin en câhili olmuşlardır.

Biz artık acele yazdığımız bu eserde uzun uzadıya onlardan bahsetmeyeceğiz. Allah’a yemin ediyorum ki, biz mü’minlerin bina taşları gibi birbirleriyle kenetlenip kuvvetlenerek kardeş olmalarını ister ve Kur’ân-ı Kerim’de «Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış kardeşlerimizi afv et. O inanmışlara karşı yüreklerimizde kin bırakma, belli ki sen çok rahmet edicisin» (Haşr, 10) diye dua ederim. Müslümanların kalblerini iyi şeylerden selbeden kin ve buğzu izale etmesini, doğruya muhalefet eden kardeşlerimizi hayra ve hidâyete irşad etmesini, onları halk arasında fitne sebebi etmemesini Allahü Teâlâ’nın kereminden dileriz.

Allame Yusuf ed-Dicvi’nin makalesi(kısaltılmıştır)

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s.588-592]

İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Plaats een reactie

İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Ehl-i sünnet taifesinden Şafiî, Hanefî, Mâlikî ve faziletli Hanbelî tâifeleriyle diğer âlimler, Allah tebareke Ve teâlânm, cihetten, cismiyetten sınırlanmaktan, mekândan ve mahlûkata benzemek-ten münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
EBU’L-MEÂLİ İMAMÜ’L-HARAMEYN «LÜMAÜ’L-EDİLLE» ADLI KİTABINDAKİ, «ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİSLERE (SONRADAN YARATILANLARA) BENZEMEKTEN MÜNEZZEH OLDUĞUNA DAİR KELÂMI İLE MEZKÛR KİTABIN ŞÂRİHİ (ONU ŞERH EDEN) ŞEREFUDDİN B. ET-TELEMSÂNİ’NİN SÖZLERİ

Ebu’l-Meâlî İmamü’l-Harameyn, (LumaüT-Edille fî Kavaîd-i Eh- li’s-Sünne) adlı eserinde diyor ki: Rab (Allah subhanehû ve teâlâ), cihetlerle (yönlerle) tahsis edilmekten, cihetlerle sınırlı olan vasıflandırmalar¬dan münezzehtir. Fikirler onu sınırlandıramaz, mekânlar onu içine alamaz, ölçülere girmez, sınır ve ölçülerin tahdidinden (sınırlamalarından) yücedir. Çün¬kü kendisine mahsus ciheti olan her şey, o ciheti işgal edicidir (yani mekan tutar). Mekânı kabul eden her şey, cevherle (en küçük yapı birimi, atom) mülâkatı (alakayı) ve ayrılmayı kabul eder. Hâlbuki birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, cevherler gibi hadistir (sonradan yaratılmıştır).

Şeyh Şerefuddin b. et-Telemsâni mezkûr «LümâüT-Edille» adlı kitâbın şerhinde bu konuya ait uzun beyanda bulunup der ki: Allahü Teâlâ’ya cihet isbat etmek için, Kur’ân’da, hadîs kitaplarında geçen müteşabihlerle delil getirenin reddine icmalen cevap şudur:
<<Şeriat, ancak akla dayanarak sabit olur, akıl onun ölçüsüdür, öyle ise aklı tekzib edecek (yalanlayacak) şey, Şeriat’ta varid olması (bulunması) tasavvur olunamaz (yani düşünülemez bile). Çünkü akıl, Şeriat’ın şahididir. Eğer, Şeriat aklın düşündüğüne muhalif bir şey getirseydi, Şeriat ile aklın ahkâmları her ikisi de birden bâtıl olacaktı (çünkü ikisi de birbirlerini tekzib ederlerdi).

Sadeddin et-Teftazanî «Şerhü’l-Makasıd» adlı kitabında şöyle der: Allahü Teâlâ’ya hakikî cismiyet, mekân olduğuna hükmeden kimseler, yalan ve kuşkulu kıyaslardan lâzım gelen neticeler, müteşabih olan Kur’ân âyetleri ve hadislerin zahirî mânâları üze¬re mezheplerini kurmuşlardır. Vehmi kıyasdan olan delillerinden, meselâ, demişler ki:

<<Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cismin içinde bulunur (yani sıfat olur). Allahü Teâlâ ise, başkasına ihtiyacı muhal olduğundan dolayı, bir cismin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, Allahü Teâlâ cisim olduğu muhakkaktır.
Yine dedikleri gibi: «Her varlık ya mütehayyizdir (bir mekândır) veya kendisi bir yerin içindedir». Yukarıda beyan olunduğu üzere, bir şeye muhtaç olması muhal olduğu için bir mütehayyizin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, kendisi mütehayyizdir.
Yine dedikleri gibi: «Allahü Teâlâ’ya cihet, yön olduğuna dair delil: Vacib Teâlâ, ya bu âlemle muttasıldır (bitişiktir)’ veya munfasıldır (ayrıdır). Muttasıl olsun, munfasıl olsun, illâ bu âlemin bir cihetindedir.»

Yine kendisine cihetin isbatı için demişler ki: «Vacib Teâlâ (Allah), ya bu âleme dahildir. Ki, o zaman mütehayyizdir veya bu âlemin dışındadır. Ki, o zaman bu âlemin bir cihetinde bulunur, öyle ise bu âlemin bir cihetinde bulunuyor ve bu karşıt önermeler sahih olup zarurî (bedihî-yani anlaşılması için belli bir tasavvura gerek duymayan açık manalar) olan önermeler kısmına münhasırdırlar» diye iddia ederler.

Bu kıyasla ilgili delillerin ibtali için cevabımız şudur ki: Getirdikleri bu deliller menedilir (reddedilir). Nasıl sahih olsunlar ki, delillerindeki önermeler, mantık ilmindeki munfasıl önermelerine muhalif olup mânâ itibariyle önermeler, karşıtları veya karşıtına eşit olan ikinci önermelerden müteşekkil değillerdir. Bununla beraber, akıllı kimseler, Allah cisim ve cihet olmadığına dair ittifak ederek şöyle bir kıyası delil getirmişlerdir. Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cisme dayanır veya ne cisim, ne de bir cisme dayanır. Mücessime tâifesı ile Al-lah’a cihet iddia eden tâifelerin yukarıda beyanları geçen önermelerinin taksimatı ve önermelerin iki kısma münhasır olan iddialan da vehimden (kuşkudan) meydana gelen yalan hükümlerdendir. Delillerinde geçen önermelerinin bedihî oldukları dâvâları da, ya inat ve mükebberelerine binaen ve yahut birçok kuşkulu önermeler zaruriyat (bedihiyat) önermelere benzeyişlerinden ileri gelmiştir.

İkincisi, yâni Allah’a cisim, tehayyüz (bir yerde yerleşme), cihet (yön) olduğuna zahiren delâlet eden müteşabih âyet ve hadîslerden oluşan delilleri ise, âyetlerden:
«Onlar (îslâm’a girmeyenler), illâ Allah’ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki, (bütün) işler Allah’a döndürülür.» (Bakara sûresi, âyet: 210); «Rahmân (Allah) Arş’ı istiva etti.» (Tâhâ sûresi, âyet: 5); «Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakîdir.» (Rahman sûresi, âyet: 27); «Kim ululuk hevesine düşerse, (bilsin ki) bütün ululuk Allah’ındır. Güzel kelimeler ancak O’na yükselir.» (Fatır sûresi, âyet: 10)f, «Gerçek sana (ey Resûlüm) biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir» (Fetih sûresi, âyet: 10), «And olsun ki biz sana diğer bir zamanda (ey Mûsâ) annene vahyolunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve kendisine onu tabuta koy da denize (Nil nehrine) at Deniz de onu sahile atıversin ki, Benim ve onun düşmanı olan biri alacak diye (emreylemiştik)| Sana karşı (ey Mûsâ) gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım.» (Tâhâ sûresi, âyet: 37, 38, 39), «Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi rşey menetti?» (Saad sûresi, âyet: 75); «Müşrikler, Allah’ı hak (ye lâyık) olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (Kürre-i) arz topdan (ancak) O’nun kabzasıdır. Gökler de O’nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir» (Zümer sûresi, âyet: 67); «O gün (azap günü) her nefis, «Allah yanında işlediğim taksiratlardan dolayı vay hasret (ve nedamet) ime. Hakikat ben, (O’nun diniyle, kitabıyla) eğlenenlerdendim.» diyecektir (Zümer sûresi, âyet: 56). Bu âyetlere benzer başka âyetler de vardır.

Müteşabih hadîsler ise, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’m bir cariyeden, «Allah nerededir?» diye sorduğu suale, cariye «Göktedir» diye cevap verdi. Resûlullah onun bu dediğini inkâr etmeyip İslâmiyetine hüküm vermiştir. «Gerçekten Allahü Teâlâ, her gecenin üçte biri geçerken dünya semasma iner…», «Allah, Âdem’i şekline göre yarattı.», «Cebbar (Kahredici Allah) ayağım cehenneme koyar…», «Allah, evliyasına gülüyor», «Sadaka Rahman’ın (Allah’ın) ayasına düşer…» ve daha başka hadîsler de vardır.

Cevap: Bu naklî müteşabih âyet ve hadîsler ile duyulan zannî deliller, aklî ve kesin delillere karşı oldukları için zahiren onlardan anlaşılan mânâlara göre olmadıklarına katî olarak hükmedilir. Hatâdan en selâmetli yol ve Kur’ân-ı Kerim’in, «Halbuki müteşabih âyetin te’vilini, ancak Allah bilir…» (Âl-i İmran sûresi, âyet: 7) meâlindeki istisna mânâsını ifade eden, (illallah) ancak Allah kelimesinin üzerine yapılan vakfa münasip olmak üzere, müteşabihleri tefsir etmeyip Allah’a havale etmektir. Veyahut tefsir kitaplarıyla, hadîs şerhlerinde beyan olunduğu üzere bu hususta en kuvvetli yol ve mezkûr âyette, «Ancak Allah ve ilimde çok kuvvetli olanlar, (müteşabihin mânâsını) bilir.» diye geçen atfa dayanarak aklî delillere münasip ve olgun bir şekilde te’vil edilirler.

Eğer denilse ki, gerçek din olarak Allahü Teâlâ’ya mekân ve cihet olmadığı için, niçin semavî kitaplar ile hadîs-i nebevilerin çoğunda sayılamayacak kadar tahayyüz ve cihete işaret edilmiş; hiçbirisinde açıkça bunların olmadıklarına değinilmemiştir? Nitekim, Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine, kıyametin hakikatına ve cisimlerin haşrolacaklarından birçok yerde tekrar tekrar bahsedip gayet te’kit etmişlerdir. Halbuki Allah’a cihet ve mekân olmadığına dair tahkik ve te’kit ile bahsetmeleri daha lâyıktır. Çünkü, muhtelif din ve görüşler olduğu hâlde, akıllı kimselerin yaradılışında olduğu gibi duâ edilirken semaya (göğe) doğru teveccüh edilir (yönelir) ve eller göğe doğru yükselir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiş: Avam tabakasının akılları, Allah’ı cihetten tenzih etmeye ermediği, hattâ bir cihette olmayan herhangi bir şeyin olmadığına cezm ettikleri için, zahiren teşbihe ve Sânî’in (Allah’ın) en şerefli cihette bulunmasına delâlet eden sözlerle onlara hitab edilmesi daha münasip, ıslahlarına daha yakın, onları doğru yola çağırmaya daha lâyıktır. Bununla birlikte, Allah’ın, hâdis olan,şeylerin alâmetinden kesin olarak münezzeh olduğuna dair, (Kur’ân’da ve hadîs-i şeriflerde) dikkatli uyarı ve işaretler vardır. Akıllı kimselerin duâ esnasıda yüzlerini göğe karşı kaldırmaları, Allah’ın gökte olduğunu itikad ettikleri için olmayıp belki gök, duânm kıblesi olduğu içindir. Çünkü hayırların, bereketlerin, nurların ve yağmurların yukarıdan inmeleri beklenilmektedir.
Burada Îmamu’l-Harameyn’in dedikleri sona erdi.

Bazı âlimler, bu itiraza cevaben demişler ki: Yukarıya doğru el ve baş kaldırmakta, Allahü Teâlâ’nın bir cihette olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bu sabit bir hakikattir. Çünkü, Müslümanlar namazda Kabe’ye yönelmekle emrolunmuşlar; halbuki Allah, Kâbe cihetinde değildir, namaz esnasında, secde edecekleri yere bakmakla emrolunmuşlar; halbuki Allah yerde de değildir. Keza… Secdeye kapanmalarında alınlarını, yüzlerini yere koymak emrolunmuş; halbuki o yer altında değildir. Belki bu hareketler, mücerred bir şekilde Allah’a ibâdet etmek ve O’ndan korkmak içindir. İşte duada ellerin yukarıya kaldırılması ve göğe doğru yönelmesinin sebebi de budur.

[Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyîn, s. 113-117]

Istiva hakkinda

Plaats een reactie

Büyük muhaddis İmam-ı Dârekutnî’nin çağdaşı olan el-Hafız Ebû Hafs b. Şahin demiş ki: İki sâlih adam olan Câfer b. Muhammed ve Ahmed b. Hanbel, birçok kötü arkadaşlarının belâsına çarpılmışlardır. El-Hafız Ebül-Kasım b. Asâkir (Tebyinu kazıbi’l-müf- teri fimâ nüsibe ilâ-İmam Ebi’l-Hasani’l-Eş’arî) adlı kitabında bunu Hafız Ebu’l-Hasan’a isnad ederek demiş ki: Rafızîler, Câferi Sâdık b. Muhammed el-Bakır’ın onlardan berî olduğu birçok çirkin meseleleri kendisine isnad ettiler. Keza Ahmed b. Hanbel’in de, bâzı talebe ve tâbileri, Allah’ın cisim olduğu mânâsında birçok bâtıl sözü kendisine isnad etmişlerdir. Halbuki, Ahmed b. Hanbel bu sözlerden uzaktır. Şüphesiz îmam Ahmed ile ilk tâbilerinin, Kur’ân ve hadîste geçen birçok muhal tâbirleri, te’vil ettiklerini gösteren rivâyetler sabit olmuştur.

Takiyyüddin el-Husani, «Def u’ş-şübhe men teşebbehe ve temerrede ve nesebe zâlike ile’l-İmam Ahmed» adlı kitabında, açıkça der ki:
îmam Ahmed, Kur’ân-ı Kerim’deki
«Rabbin geldi» (Fecr sûresi, âyet: 22)
meâlinde olan âyetin hakikî mânâsının,
«Rabbin emri geldi» demek olduğunu söylemektedir.

Kadı Ebû Ya’lâ ise şöyle der:
îmam Ahmed, bu âyetten maksadın, Rabbin kudreti ve emri olduğunu söyler. Nitekim Allahü Teâlâ bunu,
«O kâfirler, Rabbinin emrinin gelmesini bekliyorlar» (Nahl sûresi, âyet: 33)
âyeti ile beyan eylemiştir. îlk âyet mutlak olup ondan mukayyed bir mânâ irade edildiğine işaret ediyor ve bu tâbirin üslubu, Kur’ân, hadîs, icma-i ümmet âlimlerinin kelâmında çokça geçer. Çünkü ilk âyetin zahirinden nakil anlaşılmaktadır. Nakil ise, Allah sübhanehu hakkında caiz değildir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘in, «Rabbim gecenin bir kısmında, dünya göğüne iner», buyurduğu hadîsin durumu da buna benzer; te’vil edilir. Bunu açıkça îmam Evzaî ile îmam Mâlik de söylemişlerdir. Çünkü intikal ve nakil, hâdis (yaratılmış) sıfatlardır. Azîz ve yüce Allah, zâtını hâdis sıfatlardan tenzih etmiştir.

Bu müteşabih âyete ve hadise benzeyip te’vili lâzım olan âyetlerden biri de Allahü Teâlâ’nm, «Allah, Arş üzerine istiva etti» âyet-i celîlesidir. Avam tabakasından biri, bunun mânâsını sorarsa, «Allah’ın, Arş üzerine istivası (istilâsı) malûmdur. Keyfiyeti ise (istilânın ne şekilde olduğu), bizce meçhuldür.

İbn Vehb demiştir ki:

“Biz İmam Malik’in yanında idik. Bir adam geldi ve: “Ey Ebu Abdullah! Rahman’ın Arş’a istivası nasıldır?” dedi. İmam Malik (r.a.) başını eğdi, buram buram terlemeye başladı ve dedi ki: “Rahman Arş’a istiva etti. Tıpkı nefsini vasfettiği gibi. Bu bakımdan “nasıl” diye sorulmaz. Çünkü “nasıl” ondan aldırılmıştır. Sen bid’at sahibi birisin. Çıkarın onu.”
(Beyhaki sahih bir isnadla İbn Vehb’ten rivayet etmiştir ve Yahya bin Yahya’dan da rivayet etmiştir ve lafızları şöyledir: ”istiva mechul değildir, keyfiyetin ALLAH U TEÂLÂ’YA isnadı akıl işi değildir, ona iman vacibtir, ondan sormak da BİDATTİR.”)
Gördüğünüz gibi bu rivayetlerde keyfiyet var da bilinmiyor değil KEYFİYET YOKTUR..!

Ona (istivaya) iman etmek vacip olup, ondan sual edilmesi, bid’attır diye kendisine cevap verilir. İmam Rebîa ancak bu şekilde cevap vermiş, talebesi Mâlik de, bu hususta, ona mütabaat etmiştir. Zira avam tabakası, Arapça olan istiva kelimesinden, zahire göre hâdis (sonradan olan) sıfatlardan olduğunu anlıyorlar. Halbuki Allah sübhanehu ve Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de «O’nun bir benzeri yoktur. O, hakkıyle işiten, kemâliyle görendir» (Şurâ sûresi, âyet: 11), diye kendini o sıfatlardan tenzih eylemiştir. Demek ki, Allah’ı zerre kadar bir şeye benzetmek, Kur’ân’a inanmamak demektir; Bundan küfür lâzım gelir.

İmamlar, mezkûr âyetteki, istivânın mânâsını sormanın bid’at olduğunun sebebini şöyle açıklamışlardır:
Fıkıh ve diğer bâzı ilimlere mensup olan birçok kimseler, müteşabih olmayan âyet ve hadîslerin mânâlarını idrak edemiyorlar; müteşabihlerin mânâlarını nasıl idrak edecekler? Müteşabih âyet ve hadîslerin mânâlarını ancak Allah sübhanehu bilir. Kur’ân ve hadîsler, âzîz ve yüce olan Allah’ı, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmekle dolup taşmaktadır.
Allah’ın bir ismi de Kuddûs’tür (hissin duyduğu şeylerden münezzeh ve Zat-ı Bârisi noksan sıfatlardan beridir) . Bu ismin mânâsında, Allah’ın noksan sıfatlardan çok tenzih edilmesi ve teşbihi (benzetmeyi) hayale getirilmemesi işareti vardır. Allahü Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de, «(Ya Muhammedi) de ki: Allah, birdir, Her şey O’na muhtaçtır. Doğurmuş değil, doğurulmuş da değildir; O’na hiçbir kimse eş olmuş da değildir.» meâlen buyurduğu âyetlerde de, bu işaret vardır. Çünkü bu âyetlerden Allah’ın cinsiyet, cüz’iyet ve daha başka noksan sıfatlardan münezzeh olduğu anlaşılır.

İmam Ahmed, «Hadîsleri nakil olundukları gibi nakledin», diye buyuruyordu. Talebeleri, İbrahim el-Harbî, Ebû Davud ve Esrem gibi büyük tâbiin ve muhakkik âlimlerden olan Ebu’l-Hüseyin el-Münadi, Ebu’l-Hasan el-Temimî ile Ebu Muhammed Rızkullah b. Abdülvahhab ve bu mezhebin direklerini teşkil eden diğer âlimler, İmam Ahmed’in sözlerine göre hareket edip, kendisi Abbasî halifesinin işkencesine uğramadan önce ve daha sonra söylediği sözlere uydular. Zamanının halifesinin emri üzere kamçıyla dövülürken de, «(Allah ve Resûlü tarafından) denilmeyen sözü (Kur’ân mahluktur, sözünü) nasıl diyeyim?» derdi. Kur’ân-ı Kerim’de geçen mezkûr istiva kelimesinin mânâsı için «İstivânın mânâsı, Allah’ın irade eylediği gibidir.» diyordu, öyle ise, istivânın mânâsı hakkında Allah’ın sıfât-ı zatiyesi veya sıfât-ı fiiliyesindendir veya istivâ kelimesinin zahirine göre (oturmak) mânâsınadır, diye Ahmed b. Hanbel’den rivayet eden kimsenin ona iftira edip, aziz ve yüce Allah’ı kâinata benzetmek mânâsını ifade eden ve sarahaten küfür olan şeyleri ona isnad edenin muhasebesi Allahü Teâlâ’ya aittir. Çünkü ona, isnad edilen, Allah hakkındaki bu tür sözler, bizzat Allah’ın kendini o şeylerden tenzih eylediğine muhaliftir. Allah sapıkların söylediklerinden uzaktır.

EBU HAMID BIN MERZUK,BERA’ATÜ’L-EŞ’ARIYYIN, SAYFA 31-33