Imâm Es-Subki el-Azharîden « Allâh’in nuzul (inis) » hadisinin açiklamasi

Plaats een reactie


Imâm Es-Subki’nin kitabi olan « ithafu’l-kainat bi beyâni s-selef ve’l-halef fi’l mutesâbihat » uzun bir fetvâyi kaleme aldi ve söyle diyor :
« ومعنى {ينـزل ربنا إلى سماء الدنيا} ينـزل رسوله أو رحمته »
« ve {yenzilu rabbunâ ilâ s-samâ’i d-dunya} ‘nin anlami, yani Onun habercisi (Melek) dunyanin emasinda iniyor demek, veya Onun rahmeti iniyor demek »

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi İle Sıfatlar ve Mecaz Üzerine

Plaats een reactie

-Akide müslümanın hayatında en temel esas olduğuna göre akideyi muhafaza etmek de müslümanın temel vazifelerinden birisi. Fakat bazen de akideyi koruyacağım diye akideyi bozucu durumlar meydana geliyor. Mesela sıfatlar meselesinde bu çokça yapılıyor. Kur’an ve Sünnette geçen Allah celle celâluhu’ya ait sıfatları nasıl anlamalıyız? Selef nasıl anlamıştır? Ve günümüzde Selef’in anlayı

şını sürdürdüğünü söyleyen insanlarla gerçekte Selef’in anlayışı arasındaki farklar nedir?

Hocaefendi: Şimdi sıfat meselesinde sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde herhangi bir ihtilaf yoktu. Tabiin döneminin sonlarına doğru bu konuda bir takım ihtilaflar çıkmıştır. Sahabe ve tabiinin ilk dönemlerinde ihtilafın çıkmamasının sebebi onların akideyi bizzat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den almasıdır. Onlar akideyi sağlam anlamışlar ve sağlam aktarmışlar. İkincisi onların Arap dilini çok iyi bilmeleriydi. Onlar aralarında konuşurken muhataplarının kastettiği manayı nasıl anlıyorlarsa Kuran ve Sünnetteki lafızların da muradını öylece anlıyorlardı. Sonradan tabiinin son dönemlerinde Arapçada ucmet yani yabancılık, karışıklık meydana geldi. Karışıklık çıkınca dilde anlamlar da farklı anlaşılmaya başlandı. Dil karışınca bazı insanlar sahabe ve tabiin gibi Kur’an ve Sünnet’teki lafızları anlamamaya başladılar. Mesela Kur’an-ı Kerim Arapça diliyle geldiğinden dolayı Arapların üslubunda gelmiştir.

Arap dilinde ve hâkezâ her dilde hakikat, mecaz ve kinaye vardır. Sahabeler hakikati hakikat, mecazı mecaz, kinayeyi de kinaye anlamışlar. Ama sonradan gelenler Arapça’nın sahih anlayışı azalmaya başlayınca bazı mecâzî ifadeleri hakikat gibi anlamışlar. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları hakkında birçok ayetlerde mecaz olarak gelmiştir. Sahabeler de nasıl ki kendi aralarında konuştukları zaman bu ifadeleri mecaz olarak anlıyorlarsa yine aynı şekilde bu tür ifadeleri de mecaz olarak anlamışlardır. Mesela yed meselesi. Kur’an-ı Kerim’deتبارك الذي بيده الملك buyruluyor. Mülk damme ile milk değil, ikisi ayrı şeyler. Mülk saltanat-ı mülkiyet demektir, milk ise mal demektir. Ama tabii Türkçede mala mülk denilir, o ayrı. Bakın orada “Mülk elindedir” deniliyor. Bu tabiri hem Araplar hem de Arap olmayanlar mecâzî olarak anlarlar. Yani saltanat sahibi demektir. Burada bu kelam Cenâb-ı Hakk’ın her şeye mâlik olduğu, her şeye gücü ve kudreti yettiğini ifade etmek için gelmiştir. Yoksa hâşâ Allah Teâlâ’nın bir eli olduğunu ifade etmek için gelmemiştir. Mesela Türkçe’de de deriz ki; şehir falanın elindedir. Hakikaten elinde midir? Bu kelamda o kişiye bildiğimiz el mi isnad edilmektedir, yoksa saltanat ve idarecelik mi isnad edilmektedir? Maksud hangisidir? Saltanat ve idarecilik isnad etmektir. Bu ayet-i kerime de bunu ifade etmek için inzal olunmuştur. Ama bazı insanlar hâşâ Allah’ın yed’i anlamışlar.

Mesela Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm “İnsanın kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır. İstediği gibi çevirir” buyuruyor. Burada maksat Cenâb-ı Hakk’ın parmağı olduğunu ispatlamak değildir, insanın kalbinde kudret ve iradesini ispatlamaktır. Araplar da bunu mecâzî olarak anlamıştır. Çünkü bunu zahiren anlarsak o halde Cenâb-ı Hakk’a hâşâ milyarlarca parmak lazım gelirdi. Her insanın kalbinde iki parmak olduğuna göre siz sayıyı düşünün. Bunu akıllı insan diyebilir mi? Birde Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sıfatları bir şekilde istimal etmemiştir. İlim, kudret, kibriyâ, azamet, rahmet ve gazab gibi sıfatları kendisine isnâd-ı tâm yoluyla isnad eylemiştir. İsnâd-ı tâm’ı biliyorsunuzdur sarf ve nahivden. ان الله عليم بما تعملون mübtedâ haber, fiil ve faildir. İşte bu isnad-ı tâmdır. رحمهم الله و غضب عليهم mesela böyle hep isnâd-ı tâm yoluyla isnâd edilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde kendine isnad eylediği sıfatları biz de Allah Teâlâ’ya isnad eyliyoruz. Ama mesela yed, parmak, kadem gibi lafızlar ise izafe yoluyla söylenmiştir, isnad yoluyla değil. İkincisi bu lafızların geçtiği ayetlerde bu lafızların zahirini Allah’a isnad etmek için değil, belki başka bir şeyi Allaha isnad etmek için söylenmiştir. Mesela تبارك الذي بيده الملك ayetinde maksud saltanat ve hakimiyeti Allah’a ispatlamak içindir, yoksa eli ispatlamak için değildir. Hâşâ Allah Teâlâ’nın baldırı vardır diye ne Araplar, ne sahabe ne de bir kimse böyle anlamıştır. İşte işin aslı problem Allah’ın kendisine izafe yoluyla nisbet ettiği tabirlerdedir. İşte biz bunları selim bir bakışla anlamalıyız ki zahir mana vermeden tecsim ve teşbihe düşmeyelim. Bu ifadeler mecâzîdir, edebî kinayelerdir. Böyle olduğu için sahabeler Peygamberimize bunu hiç sormamışlar.

-Hiç konuşmamışlar değil mi hocam?

Hocaefendi: Tabii. Niye konuşsunlar ki? Biz şimdi birbirimizle konuşurken soruyor muyuz neyi kastettin diye. İşte onlar da aynı şekilde mecazları mecaz, hakikatleri hakikat, kinâyeleri kinâye olarak anlıyorlardı. Sorun sonradan çıkmıştır. Ucmetin yani yabancılığın Arapça’ya girmesiyle bazı kişiler bu meseleleri yanlış anlamışlardır.

-Hocam, bazıları şöyle diyorlar: Allah madem ki kendine el, gökte olmak gibi şeyleri isnad etmiştir. O halde biz de deriz ki; “Allahın eli vardır ama şanına layık bir eldir, göktedir ama şanına layık bir şekilde göktedir.” Böyle bir şey söylenebilir mi? Sahabeden veya tabiinden böyle bir nakil gelmiş mi?

Hocaefendi: Şimdi gök meselesi ayrı mesele ona şimdi girmeyelim. Ama mesela yed kelimesini tercüme ederek söylemek de caiz değildir. Çünkü ayetlerdeki yed el anlamında değildir ki böyle diyesiniz? Kelamın tümü başka bir manayı ifade ediyor o ayetlerde. Tabii bunlar Kur’an’da geçtiği için mesela علي عين, باعيننا, لما خلقت بيدي, بايدينا gibi. Bunlar müfred, tesniye ve cemî olarak gelmiştir. İşte bu yüzden bazı selef-i salihinden zatlar bunlara sıfat tabirini kullanmıştır. Mesela demişlerdir ki; yed, kadem, ayn gibi tabirler birer sıfattır ama biz muhtevasını bilmeyiz. Onlar âzâ, uzuv olduğunu nefyediyorlar, fakat hakkında hiçbir şey söylemeden maksudun ne olduğunu açıklamadan kabul ediyorlar.

-Yani te’vil-i icmâlî yapıyorlar.

Hocaefendi: Evet. Uzuvdan nefyediyorlar, sıfat diyorlar ama manasını Allaha havale ediyorlar. Ama iş burada kalsa iyi. Bazıları eldir ama bizim gibi değil, gözdür ama bizimki gibi değil gibi sözler söylemişler. Ben bu tabiri beğenmiyorum. Kanaatime göre bu şekilde tabirler kullanmak caiz değildir. Çünkü bu söyleyişte sanki uzuvdur ama bizim gibi uzuv değildir gibi mana yatıyor. Menhecü’l Eşâire adlı kitabımda da yazmıştım bu meseleyi. Ayağı vardır ama insan ayağı gibi değildir, eli vardır ama insan eli gibi değildir denmez. Ama rahmet sahibidir ama insanın ki gibi değildir, gazab sahibidir ama insanın ki gibi değildir denilir. Çünkü bunlar manevi sıfatlardır, âzâ değildir. Ben bu tabiri tasvip etmiyorum.

-Peki seleften var mı böyle söyleyen?

Hocaefendi: Bazıları kullanmışlar.

-Hocam mecazı kabul etmeme meselesi İslam tarihinde ne zaman ortaya çıktı?

Hocaefendi: Şimdi ne zaman ortaya çıktığı çok da mühim değildir, çoktan vardır ama ilmî görüşler içinde bu görüşten daha düşük bir görüş yoktur. Çünkü bir defa Arap dili değil sadece hiçbir dil mecazsız yaşamaz, fesahat mecazsız meydana gelmez. Mecazsız dil olmaz. Mesela Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; واحفظ لهما جناح الذل من الرحمة züll’ün bir kanadı var mıdır? Yoktur. Yine buyurur; ذق انك انت العزيز الكريم ehl-i cehennem azîzü’l kerim midir? Demek istiyor ki; siz aziz ve kerimsiniz tadın bakalım ateşi! Alay ediyor yani. Burada şimdi bunu mecaz kabul etmezsek neye hamledeceğiz bunu?

-Akıl kabul etmiyor yani.

Hocaefendi: Tabii. Sayılmayacak kadar misal verilebilir bu mevzuda. Bizim konuşmalarımızın bile hemen hemen yarısı mecazdır. Hatta bazıları demişlerdir ki kelamın çoğu mecazdır, hakikat çok azdır. Yani mecaz yoktur demekten daha düşük bir görüş yoktur.

Imam Muhammed bin Ahmed ez Dah ez Şankiti(ra): Allah mekandan münezzehtir!!

Plaats een reactie


Değerli kardeşlerimiz,Vehhabilerin Allaha mekan izafe etmekle semadadir diyerek nasil ehli sünnet akidesinden uzak düştüklerini belgelemeye devam ediyoruz.Gördüğünüz resim Sudanin Mehşur Ehli Sünnet alimlerinden Muhammed Bin Ahmed ez Şankitinin(r.a)-(ölümü 30 yaşinda hicri 1404)-“El Ayetul Muhkemat” adli kitabinin 6 ci sayfasidir.Sayfada şu sözler geçiyor:

« اتفق علمـاء السنــة على أنّ الله غني عن كلّ شيء وكلَّ شيء مفتقـِر إليه، قائمٌ بنفسِه لا يحتاج إلى محـلّ ولا إلى مُخَـَصَّص، فهو الذي خلق الزمان والمكان وهو على مــا عليه كان قبل أن لا زمان و لا مكان »

“Ehli Sünnet alimleri Allahin yaratdiklarina ihtiyaci olmadiğina ve tüm yaratilanlarin ona muhtaç olduğuna dair icma etmişlerdir.Onun birilerinin ona izafe etdiyi gibi mekana ihtiyaci yoktur.O,zamanin ve mekanin yaradicisidir.Zamani ve mekani yaratmadan önce nasildiysa şimdi de öyledir.”

Yahudîlikte ve Vehhabîlerde Teşbih ve Tecsim

Plaats een reactie

İngilizce “The Holy Bible” (“İncil”) dedikleri metnin “Eski Antlaşma” denilen kısmından birkaç cümle aktaracağım.

“Tarihî Kitaplar” kısmından, II Samuel 22:

7 Sıkıntı içinde RAB’be yakardım, Tanrım’a seslendim. Tapınağından sesimi duydu, Haykırışım kulaklarına ulaştı.

8 O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, Titreyip sarsıldı göklerin temelleri, Çünkü RAB öfkelenmişti.

Burnundan duman yükseldi, Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı.

10 Kara buluta basarak Gökleri yarıp indi.

11 Bir Keruv’a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.

12 Karanlığı örtündü, Kara bulutları kendine çardak yaptı.

13 Varlığının parıltısından Korlar savruluyordu.

14 RAB göklerden gürledi, Duyurdu sesini Yüceler Yücesi.

15 Savurup oklarını düşmanlarını dağıttı, Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi.

16 RAB’bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı.

17 RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan.

***

Şu ifadeler dikkat çekiyor:

“Burnundan dumanlar yükseldi”

“Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı”

“Kara buluta bastı…”

“Burnundan çıkan güçlü soluk…”

Bu metinlerde tarif edilen haşa Allahü teâlâ değildir; olsa olsa hayalî bir uzay canavarı olabilir.

Dikkat ederseniz, Yahudi metinlerindeki Tanrı bir “keruva” [kanatlı bir yaratık] binip uçuyor:

Bir Keruv’a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.

Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî’nin [Siczî] (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri’l-Merîsî isimli eseridir. Burada der ki:

Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiye­tinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?

Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:

İbni Kayyım Îctimau’l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye “el-Dârimî’nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi.”

Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.

Dr. Haddad’ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî’nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye’nin el-Dârimî’den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- “Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği” şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye’nin sözü:

ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته

Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568. 

Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:

İbn Teymiyye ve İbnû’l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, “Şerhû’l Akîdeti’l Esfehâniyye” isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî’nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur…

E. Sifil, “Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?” başlıklı makale, Beyan Dergisi.

Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: “Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.

E. Sifil, “Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle” başlıklı sohbet, Gureba – Mart 2008

***

Devam edelim:

Mika 1:3:

3 İşte, RAB yerinden çıkıp gelecek, Yeryüzüne inip dağ doruklarında yürüyecek.

Yasanın tekrarı 33:26:

26 “Ey Yeşurun, sana yardım için Göklere ve bulutlara görkemle binen, Tanrı’ya benzer biri yok.

Hakimler 5:4:

4 Seir’den çıktığında, ya RAB, Edom kırlarından geçtiğinde, Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, Evet, bulutlar yağmur yağdırdı.

Yaratılış 11:5:

5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi.

Yaratılış 3:8:

8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.

Mezmurlar 2:4:

Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor.

Yeseya 63:1:

1 Edom’dan, Bosra’dan Al giysiler içinde bu gelen kim? Göz kamaştırıcı giysiler içinde, Büyük güçle yürüyen kim? “O benim! Adaleti duyuran, Kurtarmaya gücü olan.”

***

İbni Teymiyye’nin ve Vehhabîlerin fikir babalarından Osman bin Said el-Dârimî de diyor ki:

Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. …, kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.

***

Ehl-i sünnet alimlerine göre bütün bu inanışlar küfürdür. Mesela, Allahü Teâlânın yere inip yürüyebileceğini veya bir sivrisineğin üstüne oturabileceğini söyleyen, O’nun hakkında (mahlukata hulul etmek, alemin içine girmek, cisimlerin özelliklerine sahip olmak, bir mekânda olmak, bir yönde olmak, mahlukata benzemek, sınırı ve boyutu olmak, yaratılmış sıfatlara sahip olmak isnad ettiği için) birçok yönden küfür olan bir söz söylemiş olur. Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:

“Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118)

Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:

“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür….Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O’nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)

ehli sünnet ulemasinin soyledikleri istiva baslikli konu altinda mevcuttur,daha fazlasi zamanla gelecektir insallah

Yahudîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve Vehhabîler Allahü teâlâyı Biliyorlar mı?

Plaats een reactie

İmam Nevevî rahimehullah Müslim Şerhinde diyor ki:

قوله صلى الله عليه و سلم ( فليكن أول ما تدعوهم إليه عبادة الله فإذا عرفوا الله فأخبرهم إلى آخره ) قال القاضي عياض رحمه الله هذا يدل على أنهم ليسوا بعارفين الله تعالى وهو مذهب حذاق المتكلمين في اليهود والنصارى أنهم غير عارفين الله تعالى وان كانوا يعبدونه ويظهرون معرفته لدلالة السمع عندهم على هذا وان كان العقل لا يمنع أن يعرف الله تعالى من كذب رسولا قال القاضي عياض رحمه الله ما عرف الله تعالى من شبهه وجسمه من اليهود أو اجاز عليه البداء أو أضاف إليه الولد منهم أو أضاف إليه الصاحبة والولد وأجاز الحلول عليه والانتقال والامتزاج من النصارى أو وصفه مما لا يليق به أو أضاف إليه الشريك والمعاند في خلقه من المجوس والثنوية فمعبودهم الذى عبدوه ليس هو الله وان سموه به اذ ليس موصوفا بصفات الاله الواجبة له فاذن ما عرفوا الله سبحانه فتحقق هذه النكتة واعتمد عليها وقد رأيت معناها لمتقدمى أشياخنا وبها قطع الكلام ابوعمران الفارسى بين عامة اهل القيروان عند تنازعهم في هذه المسألة هذا آخر كلام القاضي رحمه الله تعالى. (المنهاج شرح صحيح مسلم بن الحجاج , النووي , دار إحياء التراث العربي , 1392, 1 / 199-200)

Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca, İmam Nevevî’nin açıklamasını şöyle aktarmış [köşeli parantez içindeki açıklamalar bu fakire aittir]:

Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:

“Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz’a, evvela yemenlileri Allah’ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)’in peygamberliğini tasdike da’vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ’yı bilmediklerine delildir”

Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem’i deliller icâbı Allah’ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta Allah’ı bilmezler.

Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ’yı bilmesini mümteni’ saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der:

«Allah’ı mahlûkatına benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü [mahlûkatın içinde bulunmak], intikali [bir yerden başka yere hareket etmek] ve imtizacı [mahlûkat ile karışmak] caiz gören Hıristiyanlar; Keza Allah’ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan [yaratma hususunda kendisine muarız/rakib atfeden] mecûsilerle seneviyye fırkaları Allah’ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o vacibu i-vücûd olan Allah’ın sîfatlariyle mevsuf değildir. Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allahu Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir…»

Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1977, c.1, s.175.

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu’l-Bari eserinde diyor ki:

قال حذاق المتكلمين ما عرف الله من شبهه بخلقه أو أضاف إليه اليد أو أضاف إليه الولد فمعبودهم الذي عبدوه ليس هو الله وإن سموه به

Uzman/önde gelen kelâm âlimleri dediler ki: Allahü teâlâyı mahlukatına benzeten, veya O’na [uzuv veya parça ma’nâsında] el veya çocuk atfeden kişinin tapdığı Allahü teâlâ değildir; ona “Allah” dese bile.

Kaynak: Fethu’l-Bari, 359/3, Dar al-Ma’rifa, Beyrut.

İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ diyor ki:

Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.

Kaynak: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

el-Vasıyye Tercümesinde Tehlikeli Bir Hata!!

Plaats een reactie


İmam-ı a’zam Ebu Hanîfe’nin (rahimehullah) el-Vasıyye isimli eseri Mustafa Öz tarafından tercüme edilmiş ve “Ebu Hanife’nin 5 Eseri” adlı çalışmanın bir kısmı olarak 1981 yılında basılmış. Bu tercüme bir bilgisayar dosyası olarak web’de bulunabiliyor. Orada, “Ebu Hanife’nin Vasiyeti” başlığı altında, şu ifade göze çarpıyor:

“Allah’ın ihtiyacı olmaksızın Arş üzerine istiva ve istikrarı vardır. Muhtaç olmaksızın Arşı ve başkalarını muhafaza eder. Eğer Allah’ın ihtiyacı olsaydı, mahlûklar gibi âlemi icad ve tedbîre kadir olamazdı. Oturmak ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş’ın yaratılmasından önce Allah’ın nerede olduğu sorusu ortaya çıkardı. Yüce Allah bundan münezzehtir.” (Mustafa Öz tercümesi)

İlk cümlede, altını çizdiğim yerde tehlikeli bir hata mevcut. Zira, “istikrar etmek” yerleşmek ve mekân tutmak ma’nâsına gelir. Tercümenin doğrusu şöyledir:

“Allahü teâlâ, ihtiyaç ve istikrar olmaksızın Arş’a istiva etmiştir.”

Metnin Arapça aslı verdigimiz resimdedir.

Dr. Fuad Haddad ilgili kısmı İngilizce’ye şu şekilde tercüme etmiştir:

“…over the Throne without His having need for it and without settlement on it as He is the preserver of the Throne and other than the Throne.” (The Four Imams and Their Schools, Muslim Academic Trust, İspanya, 2003, s. 69) [“without settlement” = “istikrar/yerleşme olmaksızın”]

Dr. Ebubekir Sifil’in tercümesi:

“[İmam Ebû Hanîfe şöyle yazmıştır:] Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş’ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş’a istiva etmiştir. O, Arş’ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş’a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş’ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir.” (Milli Gazete, 8 Ocak 2006)

“İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş’ı istiva meselesinde el-Vasıyye’de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Arş’ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir. Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş’ta bu noktaya dikkat çekmiştim.” (Milli Gazete, 7 Şubat 2009)

Imam Muhammed Mayarrah(ra) ve Akidesi!!

Plaats een reactie


Hamd Allaha,Salat ve selam onun Resulune(s.a.s),Ehli Beytine(a.s) ve şerefli sahabilerine(r.a) olsun!

Değerli kardeşlerimiz,Ehli Sünnetin temel akidelerini açiklamakla vehhabi zihniyyetine cevap vermeye devam ediyoruz.Gördüğünüz resim Maliki mezhepinin büyük alimlerinden Muhammed Mayarrahin(r.a) “Ed Durrut Temin vel Mavridul Main” adli kitabin 32-33 sayfalaridir.Bu sayfalarda Imam Muhammed(r.a) diyor ki:

« أَجمعَ أَهْلُ الحَقِّ قَاطِبَةً على أنَّ الله تَعالى لاجِهَةَ له، فلا فوقَ ولا تحتَ ولايمينَ ولا شمالَ ولا أمامَ ولا خَلْفَ »

Ulema(ilim ehli) Allahin (belli bir)yönünün,sağinin,solunun,önünün,arkasinin,yukarisinin,aşağisinin bulunmadiğina dair icma etmişlerdir.

Imam ahmed ibn Hanbel(ra) ve Tevil

Plaats een reactie

Hamd Allaha,Salat ve selam onun Resulune(s.a.s),Ehli Beytine(a.s) ve şerefli sahabilerine(r.a) olsun!

Sevgili kardeşlermiz,Mücessime firkasi vehhabilerin kendilerini ehli sünnete nispet ettikleri hatta kendilerinin İmam Ahmed bin Hanbelin(r.a) yolunda gittiklerini iddia etmekdedirler.Hanbeli mezhepiyle vehhabi akidesi arasindaki farkliliklari ve imam Ahmedin(r.a) akidesinin ne yönde olduğunun belgelerini sizinle paylaşicağiz.Gördüğünüz resim İmam İbni Kesirin(r.a) “El Bidaye ven Nihaye” isimli kitabinin 10-cu cildinin 327-ci sayfasidir.Bu sayfada şu sözler geçiyor:

“Imam Beyhaki “Menakibu Ahmette”,Hakimden,O Amr bin Semmaktan,O da Hanbel Ibnu Ishaktan(Ahme bin Hanbelin Kardeşi oğlu) rivayet etmişdir ki;Ahmed Ibni Hanbel “Rabbin geldi”(fecr 22) ayetini “Rabbinin sevabi geldi” şeklinde tevil etmişdir.Sonra Beyhaki şöyle demiştir:Bu üzerinde toz bulunmayan,sağlam bir isnaddir”

Allahin mekandan ve zamandan münezzeh olduguna bilimsel aciklama!!

Plaats een reactie

Vehhabiler Allaha mekan isnad etmeleri ve bunu batıl oldugunu bir astrofizikci bile anlamis ama bazi sahsiyetler kavriyamamis. Simdi bu astrofizikcinin dedigini ve bununla beraber bizim alimlerimizden bir kac delil ile destekliyelim insallah

Hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. 
Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar:

Eğer zaman ve madde, patlamayla birlik te ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren “nedenin”, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir!!

[Hugh Ross, Cosmos and the Creator, 1993, s. 112]

Bu astrofizikc bu evreni ve herseyi meydana getiren “nedenin” mekandan ve zamandan bagimsiz oldugunu savunuyor, ki bu astrofizikcinin meydana getiren “neden”olarak adlandirdigi seye biz ALLAHHHHHH  diyoruz!!

bunu bide bira kac  ehli sunnet alimleri tarafindan destekliyelim insallah:

1-Abu Mansur el Bağdadi El farku Beynel Firak adlı kitabında söyle demişti
Onlar (alimler) O’nun mekansız var olduğu ve üzerinden zaman geçmediği hususunda birlleşmişlerdir (icmaa meydana gelmiştir )
Allah Ondan razı olsun Müminler Emiri Ali şöyle demiştir : ” Allah arşı Kudretinin Azametini Göstermek için yaratmıştır. Kendine mekan edinmek için değil” Yine O, Şöyle demiştir: ” O ( Allah ) herhangi bir mekan yok iken vardı. O şimdi de ( mekanları yarattıktan sonra da ) ezelde olduğu gibi vardır. (mekansızdır)”

2-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu’l Ebsat‘ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ”nerede” mefhumu mevcut değilken Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır ” cevabının verilmesini ister.

3- Maliki mezhepinin Büyük alimlerinden Şeyh Ebu Velid Muhammed ibni Ahmet İbn Rüştün(r.a) “El Medhal” isimli kitabinin 3-cü cildinin 181-ci sayfasinda  diyor ki:

« فلا يقال أين ولا كيف ولا متى لأنه خالق الزمان والـمكان »

“Zamanin ve Mekanin yaradicisi hakkinda nerde?nasil?ve ne zaman? sorulari sorulmaz”

bunun hakkinda istiva/itikat basligi altinda bir cok delil sunduk. Zamanla yenilerini eklicez insallah 

Imâm Bin Furak : « Allâh bir mekanda cisimlesmez »

Plaats een reactie

« لا يجوز على الله عز وجل الحلول في الأماكن لاستحالة كونه محدودًا ومتناهياً وذلك لاستحالة كونه مُحدَثاً »

« Muskilu’l-hadîs » kitâbinda (sayfa 74), imâm Bin Furak söyle buyuruyor :
« Allâh’in mekanlarda cisimlesmesi imkânsizdir, Kendisi sinirli veya sona ermesine imkânsiz oldugu için, ve kendisi hayâta girmesi imkânsiz oldugu için »

Older Entries