Sünneti red edenlere!

Plaats een reactie

Celâluddîn es-Suyûtî (911/1505), Miftâhu’l-Cenne kitabının girişinde, bazı insanların, sünnetin dinde delil oluşunu inkâr ettiklerini açıklamış ve şöyle demiştir: “Allah size rahmet etsin. Biliniz ki; bazı ilimler deva, bazıları da zaruret anında ağıza alınan hela gibidir. Uzun zamandır pek bilinmezken şimdilerde, kötü kokusu yayılan bir görüş ortaya çıktı. O da şu: Bir zındık Râfizî, sözünde fazla ileri giderek sünnet-i nebeviyye ve rivayet edilen hadislerle -Allah onların şeref ve yüceliğini artırsın- amel edilmeyeceğini, sadece Kur’ân’ın delil olacağını söylemiş ve bu sözüne de: ‘Size benden bir hadis geldiğinde, onu, Kur’ân’a arzedin; eğer Kur’ân’da onu destekleyen bir âyet bulursanız kabul edin, yoksa onu reddedin,’ mânâsındaki bir hadisi delil getirmiştir.[1].Bu Rafızî’den, bu hadisi, ben de bu şekliyle işittim. Başkaları da işitti. Bazıları da bu sözün aslını ve nereden geldiğim bilmiyor. Ben, bu sözün aslını ve bâtıl olduğunu, insanlara açıklamak istedim. Gerçekten o, toplumu helake götürecek en büyük sebeplerden birisidir.

Allah Teâlâ, size merhamet etsin. Şunu biliniz ki, usûl ilminde bilinen şartları taşıyan, Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait kavlî ve fiilî sünnetin delil oluşunu inkâr eden kimse, küfre girer ve İslâm dairesinden çıkar. Yahudi, Hıristiyan veya Allah’ın dilediği bir başka küfür grubu ile hasredilir.

[1]Suyûtî gibi diğer hadis imamları da bu hadisin aslı olmadığını belirtmişlerdir. Bkz. Şevkanî, el-Fevâidü’l-Mecmua, 278, 291; Sehâvî, el-Makâsıdıı’l-Hasene, 36; Şafiî, Risale, 224; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, I, 170.

kaynak: Sünnetin delil oluşu, Abdülgani Abdülhalık.

 

Sünnetin önemi

Plaats een reactie

Enes b. Malik anlatır: “Biz yaklaşık altmış kişi idik, Peygamberin yanında otururduk, o bize hadis anlatırdı. Kendi özel ihtiyacı için gittiğinde biz o hadisi aramızda müzakere ederdik, kalkana kadar o hadis kalbirnize yerleşirdi.
[el-Lüma, s. 142]

İbn-i Mes’ud der ki: “Hadisi müzakere edin! Zira hadisin dirilişi (zihinlerde kalıcılığı) onu müzakere etmekten geçer.”
[Dârîmi]

Hz. Ali şöyle der: “Hadisi müzakere edin! Şayet müzakere etmezseniz hadis uçup gider.”[el-Müstedrek]

Sahabiler işte bu şekilde hadislerin yılmaz bekçileri oldular.

Tabiin de hadislere bir o kadar ihtimam göstermiştir.
Bakın Ata ne der:
“Biz Cabir b. Abdullah’ın yanında iken bize hadis söylerdi. Biz oradan kalkarken o hadisi müzakere ederdik. Ebu Zubeyr hepimizden çabuk ezberlerdi.”[Dârîmi]

Tabiinden Ebu-I Aliye şöyle der:
“Peygamberin bir hadisini duysan hemen ezberle!”[Dârîmi]

İbrahim b. Alkame de şöyle der:
“Hadisleri müzakere edin! Çünkü müzakere onun hayatıdır.”
[Dârîmi]

Bu değerli Sahabe ve Tabiin nesli hadisleri sadece müzakere etmekle kalmadılar, aynı zamanda hadis öğrenmek için nice uzun mesafeler katettiler. Örneğin Cabir b. Abdullah (radıyallahu anh)’ın, Abdullah b. Uneys (radıyallahu anh)’den başka hiç kimsenin hıfz etmemiş olduğu bir hadisi öğrenmek için bir aylık yol kat edip Şam’a gittiği, Ebu Eyyub ei-Ensari’nin de Medine’den Mısır’a, Ukbe b. Amır’in yanına giderek hadis dinlediği sonra da hiç beklemeksizin hemen bineğine binip tekrar Medine’ye döndüğü malumdur.
[Rıhle s. 18.]

Tabiin’den Said b. Museyyeb şöyle der: “Ben bir hadisi öğrenmek için gece gündüz nice yollar katettim.”
[el-Cami’ l/94]

kaynak: Peygambersiz bir din?, Alâeddin Palevî, s. 14

Sahabenin Sünnetin Yazımına Verdiği Önem.

Plaats een reactie

Peygamber (SAV.)’in hadis yazımına müsaade etmesi üzerine bir çok sahabî gerek Peygamber zamanında gerek Pey­gamber sonrası dönemde hadis yazımına büyük önem vermiş­tir. Bu işi, hadisleri muhafaza etmek ve talepte bulunsun, bu­lunmasın bütün insanlara hadisleri ulaştırmak amacıyla yap­mışlardır.

Bu mübarek kuşağın gayretleri ve yazdığı sahifeler, sünne­tin tedvini konusundaki ilk esası ve H. ikinci ve üçüncü asırda tasnif edilen cami’, müsned, sünen ve diğer sünnet mecmuları-nın İlk nüvesini oluşturmuştur. Bu sahifelerden bazı örnekler sunmak yerinde olur.

1. Ebu Hureyre {r.a.) şöyle der: “İbni Amr hariç Allah Rasûlü (S.A.V.)’nün ashabından hiçkimse benim kadar hadis toplamış değildir. Zira o yazıyor, ben ise yazmıyordum.[1]

Abdullah b. Amr b. As (r.a.) Allah Rasûlü (S.A.V.)’nün ha­dislerinden belli bir kısmını “es-Sâdıka” ismini vediği bir sahife-de toplamıştı. Bu sahife onun nezdinde sahip olduğu en değerli şey idi.[2]

2. Ebu Tufeyl’in aktardığına göre, Hz. Ali’ye sorulur: Allah Rasûlü diğer insanlardan ayn olarak size herhangi özel bir be-yanda bulundu mu? Hz. Ali cevaben: “Allah Rasûlü kılıcımın şu mahfazasındakiier hariç diğer insanlardan ayrı olarak bize özel bir beyanda bulunmadı.” deyip içinde şunların yazılı olduğu bir sahife çıkardı: “Allah’tan başkası için adakta bulunanlara Allah lanet etsin, arazi işaretlerini çalanlara Allah lanet etsin, anne-babastna lanet okuyana Allah lanet etsin, herhangi bir suçluyu (muhdis) koruyup banndırana Allah lanet etsin.[3]

Bazı rivayetler, Hz. Ali’nin fıkhî görüş ve fetvalannın çok erken bir dönemde -belki de kendisi daha hayatta iken- tedvin edildiğini göstermektedir. İbni Ebi Müleyke şöyle der: “İbni Ab-bas’a mektup yazıp bana bir şeyler yazmasını istedim… O da Hz. Ali’nin verdiği hükümleri (kaza) istetip ondan bir şeyler yazmaya başladı.[4]

Hz. Ali’nin fıkhî görüşlerini içeren bir başka mecmua da oğ­lu Hasan’ın yanında bulunuyordu. Abdurrahman b. Ebi Leyla şöyle der: “Hasan b. Ali’ye Hz. Ali’nin muhayyerlik hakkındaki görüşlerini sordum. O da parçalar halinde bir kitap istetti. Geti­rilen bu parçalardan san bir sahife çıkardı. Bu sahifede Hz. Ali’nin muhayyerlik hakkındaki görüşleri yazılıydı.[5]

Hucr b. Adiy b. Cebele’nin yanında üçüncü bir mecmua­nın olduğu da bilinmektedir.[6]

3. Enes (r.a.) Hz. Ebubekir (r.a.)’in kendisini Bahreyn’e gönderdiğinde şöyle bir mektup yazdığını belirtir: “Bismillahir rarırnanirrahîm, Bu mektup, Allah Rasûlü (SAV.)’nün müslümanlara farz kıldığı zekat farizasına dairdir.[7]

4. Taberânî’nin rivayetine göre Hz. Ebubekir, içinde hadisi şeriflerin zikredildiği bir mektubu {kitab) Amr b. As’a yazmış­tır.[8]

5. Amir b. Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) der ki: Kölem Nafi’ aracılığıyla Cabir b.  Semure’ye bir mektup gönderip Allah Rasûlü (S.A.V.)’nden duyduğu şeyleri bana bildirmesini iste­dim. O da bana: “Allah Rasûlü (S.A.V.)’nden şöyle dediğini duydum… diye yazdı [9]

6. Nafi’ b. Cübeyr der ki: Mervan b. Hakem insanlara hi­tapta bulunup Mekke’yi ve onun hürmetinden bahsetti. Bunun üzerie Râfi’ b. Hadîc (r.a.) kendisine seslenip şöyle dedi: “Şayet Mekke haram bir bölge ise bilmiş olun, ki Medine de Allah Rasûlü (S.A.V.)’nün haram ilan ettiği bir bölgedir. Nitekim bu husus yanımızda bulunan havlânî bir deri üzerine yazılıdır.[10]

7. Abdullah b. Ömer (r.a.), risalelerinde Peygamber (SAV)’in hadislerini yazmaktaydı.[11]

8. Ebi Osman (r.a.) der ki: Utbe b. Farkad’la birlikte Azer­baycan’da bulunuyorduk. Ömer, ona Peygamber (S.A.V.)’den aktardığı bazı şeyler yazmıştı. Yazdıklarından biri de şuydu: “Al­lah Rasûlü (S.A.V.) şöyle buyurdu:  “Dünyada ipeği, sadece ahirette ondan nasibi olmayanlar giyebilir.[12]

9. Ebu Ubeyde Amir b. el-Cerrah, Hz. Ömer’e mektup gönderir. Hz. Ömer de cevabında şunları yazar: “Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: Mevlâsı olmayanın mevlâsı Allah ve Rasûlü’dür.[13]

10. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer (r.a.) Peygamber (SAV.)’in zekatla ilgili hadislerini tek bir sahifede toplamıştır. Nitekim Nafi’ bunları birkaç kez İbni Ömer’den okumuştur.[14]

11. Fatıma binti Kays’ın bildirdiğine göre Ebu Seleme ken­disinde bulunan bazı hadisleri yazıya aktarmıştır. Muhammed b. Amir, Ebu Seleme’nin Fatma binti Kays hakkında şöyle dedi­ğini rivayet eder: “Ben bu hadisleri onun ağzından dinleyip ya­zıya aktardım. O (Fatıma) dedi ki: Ben bir adamın yanında dim.[15]

12. Muaviye,   müminlerin annesi Hz. Aişe’ye şunu yazar: “Allah Rasûlü (S.A.V.)’nden duyduğun şeyleri bana yaz.” Hz. Aişe de cevabında şunları yazdı.[16]

13. Muaviye, Muğire b. Şu’be’ye mektup yazıp Peygamber (S.A.V.)’in bazı hadislerini yazmasını ister. Muğire de yazıp gönderir.[17]

14. Muğire, Mervan’a bir mektup yazıp içinde Peygambe­rin bazı hadislerini zikreder.[18]

15. Numan b. Beşir, Peygamberin bazı hadislerine yer ver­diği bir mektup yazıp Kays b. Heysem’e gönderir.[19]

16. Ömer, Ebu Musa el-Eşarî’ye gönderdiği bir mektupta sabah ve öğle namazlarında uzun süreleri (Tivâlu’l-Mufassa!) okumasını salık verir.[20]

17. Ebu Eyyûb el-Ensârî, kardeşinin oğluna bazı hadisleri yazıp gönderir. Bunu İmam Ahmed, Müsned’de şöyle nakleder: Ebu Eyyûb el-Ensârî’nin kardeşinin oğlu bana şunu nakletti.

Ebu Eyyûb, kendisine yazdığı mektupta Allah Rasûlü’nden şöy­le duyduğunu haber verdi.[21]

18. Ebubekir es-Sakafî, Sicistan’da kadı olan oğluna gön­derdiği mektupta yargı (Jcazd)ya ilişkin bazı hadislere yer verir.[22]

19. Useyd b. Hudeyr el-Ensârî (r.a.), Peygmber (S.A.V.)’in bazı hadislerini Ebubekir, Ömer ve Osman’ın verdiği bazı hü­kümleri {kaza) yazıp Mervan b. Hakem’e gönderdi.[23]

20. Cabir b. Semure (r.a.), Peygamber (S.A.V.)’in bazı ha­dislerini yazıp onları Amir b. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın talebi üze­rine ona gönderir.[24]

21. Zeyd b. Erkam (r.a.), Peygamber (S.A.V.)’in bazı ha­dislerini yazıp Enes b. Malik (r.a.)’e gönderir.[25]

22. Zeyd. Sabit, Ömer b. el-Hattâb’ın talebi üzerine ona dedenin (mirastan alacağı pay) durumuyla ilgili bir mektup yazar.[26]

23. Semure b. Cundeb (r.a.) Allah Rasûlü’nün hadislerin­den  bazılarını toplayıp  oğlu Süleyman’a gönderir.  Nitekim imam Muhammed b. Sirîn bu risaleden övgüyle bahsedip şöyle der:  “Semure’nin oğluna gönderdiği mektupta çok ilim var­dır.[27]

24. Abdullah b. Ebi Evfâ, Allah Rasûlü’nün hadislerini ya­zıp Ömer b. Ubeydullah’a gönderir.[28]

25. Enes b. Malik (r.a.) çocuklarını ilmi yazmaya teşvik ederdi. Sumâme b. Abdullah’ın belirttiğine göre Enes, çocuklarina şöyle derdi: “İlmi, yazıyla kayıt altına alınız.[29] Hatta Enes’in şöyle dediği nakledilir; “Biz, yazmayanların ilmini, ilim saymazdık.[30] Bu durum sahabe kuşağında alim sayılan herke­sin ilim yazımına önem verdiğini açıkça göstermektedir.

Enes, oğluna İtbân b. Malik’in hadisini yazmasını emreder. Enes b.’Malik der ki: “Bana, Mahmud b. er-Rebî’, İtbân b. Ma-lik’ten rivayette bulundu. Mahmud b. er-Rebî’ dedi ki: Me­dine’ye gelip İtbân’la karşılaştım. Ona şöyle dedim: Senden ba­na bir hadis ulaştı… Enes der ki: Bu hadis yani Enes’in Mahmud’tan, Mahmud’un da İtbân’dan duyduğu hadis- ho­şuma gitmişti. Oğluma ‘yaz’ dedim. O da yazdı.[31]

26. Zeyd b. Sabit, ferâiz konusunda kitap tasnif eden ilk ki­şidir. Cafer b. Burkan der ki: Zührî’nin şöyle dediğini duydum: Şayet Zeyd b. Sabit, ferâizi yazmasaydı onun insanlar arasın­dan kalktığını görürdün.[32] Kabîsa, kendisinden ferâizi nakletmiştir.[33]

27. Abdullah b. Abbas, öğrencilerini ilmi yazmaya teşvik ederdi. Vekî’, İkrime b. Ammâr’dan, o Yahya’dan, o da İbni Abbas’tan şunu nakleder: “İlmi yazıyla kayıt altına alınız.[34] Bazen de İbni Abbas’ın kendisi, öğrencileri için istinsahta bulu­nurdu. Hz. Ali’nin verdiği hükümleri (kaza) öğrencisi İbni Ebi Müleyke için bizzat kendisi yazmıştır.[35]

Kendi hadislerini yazıp öğrencilerine gönderdiğine dair ör­nekler pek çoktur.[36]

İbni Abbas, yazdıklarını insanlara okurdu. Ancak gözlerin­den rahatsızlandığı ve okumakta güçlük çektiği son dönemle­rinde başkasından kendi yazdıklarını okumasını isterdi.[37]

[1] Buharı, İlm, 39, hadis nr: 113; Ahmed, el-Müsned, 2/249; Tirmizî, Ihn, 12, hadis nr: 2805. Tirmizî, hadisin hasen ve sahîh olduğunu kaydeder.

 

[2] Bkz. İbni Sa’d, 4/8-9; Darimî, 1/137; Takyidu’l-İlm, 84; Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 3/58; Takyİd ve Siyer’de Mücahid’in şöyle dediği kayıtlıdır: Abdul­lah b. Amr b. As’ın yanına vardım. Serginin altında bulunan bir sahifayı çı­karmak istedim, beni engelledi. Sen beni bir şeyden alıkoymazdın, dedi­ğimde şu cevabı verdi: “Bu, ‘es-Sadıka’dır. Bunlar, aramızda hiçbir vasıta olmadan direkt Allah Rasûlü (S.A.V.)’nden duyduğum şeylerdir. Bu sahife, Allah’ın Kitabı ve ei-Vaht adındaki arazim bana kalsın, dünyanın hiçbir şe­yine aldırış etmem.” el-Vaht, İbni Amr’a ait bir arazinin adı idi.

 

[3] Hadisi Buharî ve Müslim muhtelif lafızlarla rivayet etmiştir. Bkz. Müslim, Edâhî, 8, hadis nr: 5097

 

[4] Müslim, Mukaddime, hadis nr: 22; Hz. Ali’nin verdiği hükümler (kaza) için bkz. Darimî, 2/354; el-Mustedrek, 3/135

 

[5] Ahmed b. Hanbel, 1/104

 

[6] İbni Sa’d, 6/154

 

[7] Buharî, Zekat, 38, hadis nr: 1454

 

[8] e!-Mucemu’l-Kebir, 1/5

 

[9] Müslim, İmâre,  1, hadis nr: 4688; Müslim, Fezâil, 9, hadis nr: 5958; Ahmed, el-Müsned, 5/79

 

[10] Ahmed, el-Müsned, 1/141

 

[11] Örnek için bkz. Ahmed, el-Müsned, 2/45-90-152

 

[12] Ahmed,  e/-Müsned,   1/36, 1/50;  Müslim,  Libâs, 2,  hadis nr:  5380-82; Buharî, Libâs, 24, hadis nr: 5828

 

[13] Darekutnî, es-Sünen, 461  (Hind baskısı); Ahmed, e/-Müsned,  1/28-46; İbni Mace, Ferâiz, 9, hadis nr. 2737

 

[14] el-Emvâl, 393; İbni Renceveyh, 134b; Buharî, et-Tarihu’l-Kebîr, 1/218

 

[15] Müslim, Talâk, 6, hadis nr: 3685; Ahmed, el-Müsned, 6/413; İbni Sa’d, 8/2Ö0-201

 

[16] Ahmed, el-Müsned, 6/87; Humeydî, el-Müsned, 1/129; İbni Ebi Hayseme, et-Tarih, 3/44b

 

[17] Buharî, Ezan, 155, hadis nr: 844; Buharî, Daâvât, 18, hadis nr: 6330; Buharı, Kader,12, hadis nr: 6615; Buharî, Zekât, 53, hadis nr:   1477; Buharî, İ’tisâm, 3, hadis nr: 7292; Müslim, Akdiye, 5, hadis nr: 13-14; Müslim, Mesâcid, 26, hadis nr: 1337; Nesâî, 1/197; Ahmed, el-Müsned, 4/245-247-250-254

 

[18] Ahmed, el-Müsned, 4/94

 

[19] Ahmed, el-Müsned, 4/277

 

[20] Aynî, el-Binâye, 2/361’de şunları kaydeder: Hadisi Abdurrezzâk, el-Musannafta, İbni Şahin ve Tirmizî de kendi kitaplarında rivayet etmişler­dir.

 

[21] Ahmed, el-Müsned, 5/413

 

[22] Müslim, Akziye, 7, hadis nr: 4465; Ahmed, el-Müsned, 5/36

 

[23] Ahrned, elMusned, 4/326

 

[24] Müslim, İmâre, 2, hadis nr: 4688; Ahmed, el-Müsned, 5/89

 

[25] Ahmed, el-Müsned, 4/370-374; Tehzİbu’t-Tehzib, 3/394

 

[26] Dârekutnî, Sünen, 4/93-94

 

[27] Tehzibu’t-Tehzîb; Bkz. Ebu Dauud, Salât, 12, hadis nr: 452

 

[28] Buharî, Cihad, 22, hadis nr: 2818 / Cihad, 32, hadis nr: 2833 / Cihad, 112, hadis nr: 2965; Müslim, Cihad, 7, hadis nr: 5; Buharî, Temennî, 8, hadis nr: 7237

 

[29] İbni Ebi Hayseme, el-İIm, 137-138; İbni Sa’d, 7/1:14; er-Râmehurmuzî, 34b; Şerefu Ashabı ‘I-Hadis, 56b; Takyidu’l-İIm, 96

 

[30] Takyidu’1-İlm, 96; Şerefu Ashabı’1-Hadis, 56b, 57a

 

[31] Müslim, îmân,10, hadis nr: 148

 

[32] Siyr   A’lâmi’n-Nübelâ,   2/312;   Tarihu’l-Fesevî,   2/148b;   İbni   Asâkir, Tarihu Dimaşk, 5/558

 

[33] el-İlel, 1/236

 

[34] el-İlel, 421; Takyidu’1-İlm, 92; İbnî Ebi Hayseme, el-İIm, 144

 

[35] Müslim, Mukaddime, 4, hadis nr: 22

 

[36] Örnek için bkz. Ahmed, 1/224-248-294-308; el-Emvâl, 333-335; Buharı, Rehn, 6, hadis nr: 2514; Buharî, Şehâdât, 20, hadis nr: 2668

 

[37] Bkz. el-Kifaye, 263; Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, 2/238; Tirmizî, el-İlel, 2/238 (Hind baskısı)

Kaynak: Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 101-107.

 

 

 

Peygamber (S.A.V.)’İn Hadis Yazımına Müsaade Etmesi

Plaats een reactie

 

Hadisleri inceleyenlerin bildiği gibi Peygamber (S.A.V.)’in hadis yazımını emreden, kısmen de buna müsaade eden pek çok hadisi vardır. Bu hadisler toplamı itibariyle manevî tevatür derecesine varmaktadır. Bununla beraber Peygamber (S.A.V.)’den hadis yazımını nehyeden birkaç hadis de varid olmuştur.

Ancak günümüz bazı müslüman yazarlan ve oryantalistler nezdinde sadece nehiy hadisleri yaygınlık kazanmış görünmek­tedir. Hadislerin yazımını emreden ve buna müsaade eden ha­disler çok olmasına rağmen göz ardı edilmektedir. Bu hadisler muteber kaynaklar da hiç yer almamış gibi davramlmaktadır. Kanaatimce bu durum iki nedene dayanmaktadır:

1. Hadislerin yazımını nehyetme, [tabiatıyla] daha dikkat çekici olduğundan nehiy hadisleri yayılmış ve meşhur olmuştur.

2. Mezkur yazarların temellendirip pekiştirmek istedikleri bir takım emellerden dolayı nehiy hadisleri daha fazla bilinir olmuştur.

Aşağıda her iki grup hadisleri zikrederek, bunlar arasında nasıl bir telif yapılacağını gösterdik.

Önce birinci grup hadisleri arzedelim:

1. Ebu Hureyre der ki: “İbni Amr hariç Allah Rasûlünün ashabmdan hiç kimse benim kadar hadis toplamış değildir. Zira o yazıyor, ben ise yazmıyordum.[1]

2. Abdullah b. Amr b. As şöyle der: “Allah Rasûlü’nden duyduğum  herşeyi yazıyordum.   Kureyşliler beni yazmaktan nehyedip, şöyle dediler: ‘Her şeyi yazıyorsun. Halbuki Allah Rasûlü de bir beşerdir. O da rıza ve öfke halinde konuşur.’ Bundan dolayı Peygambere durumu bildirinceye kadar yaz­mayı bıraktım. Allah Rasûlü’ne durumu bildirdiğimde parmağıyla ağzını göstererek şöyle buyurdu: ‘Yaz, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki bu ağızdan hakktan gayrisi çıkmaz.[2]

3. Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor: Ensardan bir adam şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü senden bir hadis duyuyorum da bu hoşuma gidiyor; fakat onu ezberleyemiyorum.” Allah Rasûlü “sağ elinden yardım dile” diyerek yazmasını işaret etti.[3]

4. Allah Rasûlü’nden şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ebu Şâh için yazınız.” Ebu Şâh, Allah Rasûlü’nün Mekke’de îrâd et­tiği hutbeyi dinleyince “Ey Allah’ın Rasûlü bunu benim için ya­zınız.”diye istekte bulunur. Allah Rasûlü de sözkonusu emri verir.[4]

5. Hz. Aişe Allah Rasûlü’nün hastalığında kendisine şöyle buyurduğunu  naklediyor:   “Bana  pederin ve  kardeşin  olan Ebubekr’i çağır ki, bir şeyler yaz[dır]ayım. Zira ben herhangi bir isteklinin temennide bulunup ‘ben bu işe daha layıkım.’ deme­sinden korkuyorum. Oysa Allah ve müminler Ebubekir hariç herhangi birinin buna kalkışmasına müsaade etmez.[5]

6. İbni Abbas der ki; Peygamber (S.A.V.)’in ağnsı artınca şöyle buyurdu: “Bana kürek kemiği ve divit ya da tahta ve divit getirin. Size sayesinde asla dalâlete düşmeyeceğiniz bîr şey yazayım.[6]

7.  Peygamber (S.A.V.)’in bazı kral ve yöneticilere mektup­lar yazdığı tarihî bakımdan sabittir.

8. Peygamber (S.A.V.)’in emri üzerine zekatla ilgili hü­kümler, zekata tabi mallar ve zekatın miktarı iki sayfayı doldura­cak şekilde detaylı bir tarzda yazılıp, emir ve valilere gönderilmistir. Bu yazı Ebubekir es-Sıddık (r.a.) ve Ebubekir b. Amr b. Hazm’ın evinde muhafaza edilmiştir.[7]

9. Vâil b. Hucr memleketi Hadramevt’e dönmek istediği zaman Allah Rasûlü (S.A.V.), içinde namaz, oruç, faiz, içki v.b. şeylerle ilgili hükümler bulunan bir mektup (kitab) verir.[8]

10. Emîru’l-Müminin Ömer b. el-Hattâb, ashaba dönüp kadına kocasının diyetinden bir pay verilip verilmeyeceği konu­sunda Allah Rasûlü’nün bir uygulamasının olup olmadığını so­runca   Dahhak  b.   Süfyan  kalkıp  şöyle   dedi:   “Evet,  Allah Rasûlü’nün mektubunda bu konu açıklanmaktadır.[9]

[1] Buharı, İlm, 39, hadis nr: 113; Tirmizî, Menâkıb, 110, hadis nr 4094′ Dârimî, 483

 

[2] Ebu Davud, İlm, 3, hadis nr: 3641; Ahmed, el-Müsned, 2/162; Hâkim; el-Müstedrek; Darimî, Men Rahhasa fi Kitabeti’1-İlm, 484

 

[3] Tirmizi, İlm, 12, hadis nr: 2803 Tirmizî, hadisi rivayet ettikten sonra şöyle der: Bu hadis, münkerdir.

 

[4] Buharı, İlm, 39, hadis nr: 112; Buharı, Lukata, 7, hadis nr: 2434; Ebu Davud, İim, 3, hadis nr: 3644

 

[5] Müslim, Fezâİlu’s-Sahâbe, 1, hadis nr: 6131

 

[6] Buharı, Cizye, 2, hadis nr: 3168; Müslim, Vasiyye, 5, hadis nr: 4209

 

[7] Darekutnî, Zekât, 2/113-117; Ebubekir’in sahifesini Buharî, Zekatu’l-Ganem adlı babta (33, hadis nr: 1454) rivayet etmiştir. Ancak Buharî’de bu yazının Peygamber (SAV) döneminde yazıldığına dair bir açıklama yoktur. Bu mektubu Hz. Ebubekir’in Enes’e yazdığı ve içindekileri Allah Rasûlü (S.A.V)’e isnad ettiği kaydedilmektedir.

 

[8] Taberanî, el-Mucemu’s-Sağir, 242

 

[9] Darekutnî, 2/485

Kaynak: Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 94-96.

 

Rey ve İçtihad

Plaats een reactie

 

Hanefi Fıkhı’nın Esasları: Rey ve İçtihad

 

TAKDİM 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Hamd, her türlü övgüye layık olan Allah’a mahsustur.

Salat ve selam, peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hz. Muhammed’e, O’nun yakınlarına, arkadaşlarına ve onlara uyanlara olsun.

Allah’ın bir lütfu olarak değerli hocamız araştırıcı, muhaddis, fakih, usülcü ve çağımızın nadir eleştiricisi, Osmanlı imparatorluğu son devir Şeyhulislam Vekili Muhammed Zahid el-Kevserî’nin «Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum» (Iraklıların Fıkıh ve Hadisleri) adlı bu eserini 1970 yılında neşretmiştim.

İlim adamlarınca uzun bir zamandan beri aranmakta olan böyle bir kitabı kaleme alan değerli hocamız el-Kevserî’ye Allah rahmet etsin, onu ve ilim ehlini mükafatlandırsın.

Bu eser, ilim adamları katında layık olduğu yeri almış, çok beğenilmiş ve faydalanılmıştır. Merhum el-Kevserî’nin bütün eserleri ve makaleleri için bunlar söylenebilir. Yani onun bütün eserleri ilmî inceleme ve geniş araştırmalara dayandığı için çok yararlı kitaplardır, her yerde ilim adamlarının elinden, düşmez. Merhum’un bu nitelikleri taşıyan kitaplarının başında «Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum» adlı elimizdeki eseri gelir.

A.Ü. İlahiyat Fakültesi mensuplanndan değerli kardeşlerim Abdulkadir Şener ve M. Cemal Sofuoğlu’nun bu kitabı Türkçeye, yani üstadımız el-Kevserî’nin ana diline çevirmeye karar verdiklerini öğrendim. Bu beni son derecede sevindirdi; çünkü bu tercüme, Türk ilim ve irfanına hızmetin ötesinde, yakın kültür tarihinin yetiştirdiği şahsiyetleri yeni nesillere tanıtmak bakımından çok önemlidir. İşte yazanmız Muhammed Zahid el-Kevserî, asırlar boyu İslam aleminin ilim ve irfan merkezi olan îstanbul’un yetiştirdiği alimler zincirinin son halkalarından biridir.

Türkçeye çevirilen bu değerli eserin İslamî ilimlerle uğraşan Türk gençlerine faydalı olmasmı ümid ediyorum. Bu vesileyle Türkiye’nin ilmî faaliyetlere hız vererek, İslam Alemindeki eski şerefli yerini almasını Allah’dan diliyorum.

Ayrıca bu değerli eseri Türkçeye kazandıran sayın mütercimlere teşekkür ve takdirlerimi sunuyor, kendilerine Allah’tan başarılar diliyor ve onu, layık olduğu şekilde güzel bir baskı ile neşretmelerini rica ediyorum.

Allah ilim yolunda çalışanlara yardımcı olsun.

3 Zilhicce 1399 (1980), Riyad
Abdulfettah Ebû Gudde
GİRİŞ

Hamd, fakihlerin mertebelerini İslam Dinine yapmış oldukları hizmette gösterdikleri himmete uygun olarak yücelten Allahadır. Salat ve Selam, nebilerin sonuncusu, müttakilerin dayanağı, İslam toplumunu karanlıktan aydınlığa ve nura kavuşturan Hz. Muhammed’e, O’nun al ve ashabına olsun.

Büyük hukukçu ve Muhaddis Abdullah b. Yusuf ez-Zeyla’î’nin «Nasbu’r-Raye lî-Tahrîci Ahâdisi’l-Hidâye» adlı eseri ahkam hadisleri konusunda gerçekten benzeri olmayan bir kitaptır; çünkü yazarı, araştırmada bir an bile boş durmamış, bu uğurda her türlü engeli aşmış, büyük küçük demeden yitiğini kimde ve nerede bulduysa almış, yorulmadan ve bıkmadan gece gündüz bütün gücünü harcayarak ilme hizmet etmiştir.

Bu büyük samimiyet ve derin araştırma sayesinde meydana getirdiği eser, bilginler katında benzerleri arasında layık olduğu yeri almıştır.

Gerçek odur ki, Zeyla’î, bu eserinde herhangi bir araştırıcı için bu konuda tamamlanması gereken bir eksiklik bırakmamıştır. İslam hukukçularının kendi içtihad ve görüşlerinde dayanmış oldukları hadisleri, fıkıh kitaplarındaki bölümlere göre ele almış, incelemiş, kaynaklarını göstererek tenkidini yapmıştır.

Yazarımız kadar tarafsız ve insaflı olan pek az kimse vardır. Öyle ki herhangi bir zümrenin benimsediği hadislerle yetinmemiş, muarızlarının delillerini de kaydederek, bunların leh ve aleyhinde belirtilmesi gereken hususları büyük bir titizlikle açıklamıştır. Mezheplerin, dayanmış oldukları ahkam hadisleri konusunda diğer eser yazanlar ise, böyle bir tarafsızlık gösterememişlerdir. Onlar, ya araştırmada kusurlu davranmışlar, ya da indî görüşlerinin peşinden gitmişlerdir. Oysa araştırmada kusurlu davranmak, delili kuvvetli olan meseleyi delilsiz bir duruma düşürür, indî görüşlerin peşinden gitmek ise, İslam’ın kabul etmediği bir taassuptur.

Delilleri incelerken, ilim adamının basiretini bağlayan en tehlikeli şey mezhep taassubudur; çünkü taassup, zayıfı kuvvetli, kuvvetliyi zayıf; güçlü delili güçsüz, güçsüz delili de güçlü gösterir. Bu ise din konusunda Allah’tan ve ahiret günü bunun hesabını vermekten korkan bir kişinin yapacağı şey değildir.

İslam hukukçusu, kendinden bilgin ve böyle ciddî bir hadisçi ile karşılaşınca nefsinin hevasına esir olmamalı ve böylesine eşsiz bir ilim adamına sımsıkı sarılmalıdır.

İşte Zeyla’î, bu nitelikleri hakkiyle kendisinde toplamıştır. Bu itibarla kendinden sonraki tahrîcle uğraşan alimler ona başvurmak zorunda kalmışlardır. Mesela: Bedrü’d-Dîn ez-Zerkeşî (1), İbn Mulakkin (2), İbn Hacer ve diğer meşhur alimler tarafından yazılan bu tür eserleri Zeyla’î’ninkilerle karşılaştırırsanız sözümüzün doğruluğunu görürsünüz. Hatta daha ileri giderek onlardaki mezhep taassubu bir yana bırakılırsa, tamamen Zeyla’î’nin eserlerinin taklidi olduklarını söyleyebilirsiniz.

Zeyla’î’nin bu eserinde Hanefîler, imamlarının delil olarak kullandıkları ahkam hadislerini bulurlar. Malikîler İbn Abdi’l-Berr’in «et-Temhîd» ve «el-İstizkar» adlı eserlerinde tahric ettiği rivayetler ve Abdu’l-Hakk’ın kitaplarında ele aldığı ahkam hadislerinin özetiyle karşılaşırlar. Şafiiler, Beyhakî’nin «Sünen» ve «el-Ma’rife» gibi eserlerinde tahric ettiği, Nevevî’nin «el-Hulasa», «el-Mecmu’» ve «Şerh-i Müslim» de zikrettiği, İbn Dakîk el-İyd’in «el-İlmâm» ve «Şerhu’l-Umde» adlı kitaplarında açıkladığı hadisleri görürler. Hanbeliler de İbnu’l-Cevzî’nin «et-Tahkik» ve İbn Abdi’l-Hadî’nin «Tenkîhu’t-Tahkik» adlı eserlerinde ve ahkam hadisleriyle ilgili diğer kitaplardaki önemli tenkidlerle yüzyüze gelirler.

Hatta araştırıcı, «Nasbu’r-Raye»de, Sahih hadis kitaplarında, sünenlerde, müsnedlerde, el-asar adını taşıyan kitaplarda ve diğer hadis kolleksiyonlarında bulunmayan, fakat İslam hukukçusu için çok önemli bir kaynak olan İbn Ebi Şeybe’nin «Musannef»i ile Abdurrazzak’ın «Musannef»i (3) gibi eserlerde yer alan ahkam hadislerini ilgili oldukları bölümlerde bulabilir.

Zeyla’înin bu kitabını övmekle kimsenin azmini kırmak, himmetini küçümsemek istemediğim gibi, Zeyla’î’den sonraki ilim adamlarının şayanı şükran olan çalışmalarını inkar etmek de istemiyorum. Sadece burada herkesin hakkını vermek, ilmi takdir etmek, Zeyla’î gibi bir alimin himmet ve gayretini itiraf etmek için bu satırları yazıyorum.

Zeyla’î, Hanefî hadisçilerinden olup, çağında ve çağından sonra bütün hukukçular arasında takdirle karşılanan bu eseri meydana getirmiştir. Bu kitabın sahifelerini karıştıran ve bölümlerinde yer alan hadisleri inceleyen kimse, Hanefîlerin bütün hukukî konularda hadis ve rivayetlere son derece önem verdiklerini anlar.

Buna rağmen yeryüzünde cehaletleri ya da taassupları dolayisiyle Hanefîler hakkında ileri-geri konuşanlar vardır. Bunlar bazan Hanefîlerin nass bulunmadığı vakitler re’ye göre içtihad yaptıklarını söylerler. Halbuki re’ysiz fıkıh olmaz.  Bazan da Hanefîlerin az hadis bildiklerim ileri sürerler. Oysa Hanefîlerin delil olarak kullandığı hadisler her tarafa yayılmıştır. Bir kısmı da, Hanefîlerin ictihad yaparken «İstihsan» metodunu kullandıklarını, bu metodla ictihad yapan kimsenin kendiliğinden hüküm koymuş olduğunu söylerler.

Hanefîlerin istihsan konusundaki görüşlerine vakıf olduktan sonra bu sözlerin doğruluk derecesi ne olabilir? Kıyası kabul edenler istihsanı nasıl reddederler? Hüküm yalnız Allah’ındır. Hz. Peygamber ise, sadece O’nun tebliğcisidir. İslam hukukçusunun yaptığı ise yalnız nassları kavramaktır. Fakih için hüküm koyuyor diyen kimse, fıkıh ve şeriatı anlamamış demektir. Hatta yanlış bir yola girmiştir…

İşte biz burada, bu tür sakat görüşlerin yerinde olmadığını belirtmeye çalışacağız. Ayrıca re’y, ictihad, Hanefîlerce benimsenen istihsan ve haberlerin kabul şartlarını, Kûfe’nin Kur’an ve Hadis ilimleriyle Arapça bilgisi, fıkıh ve fıkıh usulü bakımından işgal ettiği yeri, buranın doğu İslam ülkeleri için nurlu bir merkez haline gelmiş bulunduğunu ve bütün dünyaya ışık tuttuğunu, Irak Ekolünün diğer İslam hukuk ekollerinden üstün olduğunu, ilk İslamî çağlardan günümüze kadar hadis bilgisi yönünden zenginliğini, ince bir anlayışla mana denizine dalışını belirteceğiz. Bu gerçekleri bütün muarızlar da itiraf etmektedirler. Cerh ve Ta’dîl konusunda yazılmış olan eserler hakkında da kısa bir bilgi vereceğiz.

Bize Allah yeter. O, ne güzel vekildir!

DİPNOTLAR:

(1) Yazar burada ez-Zerkeşî’nin «Fethu’l-Aziz Âlâ Kitabi’l-Veciz» (ez-Zehebu’l-İbriz fî Tahrîci Ahâdisi Fethi’l-Aziz) adlı eserini kasdetmektedir. (Çev.)

(2) İbn Mulakkin, meşhur Şafiî alimlerindendir. Fıkıh, tarih ve hadis sahasında önemli eserleri vardır. 723-804 hicri tarihleri arasında yaşamıştır. Asıl adı Ömer b. Alî b. Ahmed’dir. Daha çok İbn Mulakkin künyesi ile tanınır. (Çev.)

(3) Abdu’r-Razzak’ın Musannefi 11 cild halinde Beyrutta Habiburrahman el-Azamî tahkikiyle basılmıştır. (Çev.)

RE’Y VE İÇTİHAD

Re’y konusunda bir kısım rivayetler vardır. Bunlardan bir kısmı, re’yin kötü, bir kısmı da iyi olduğunu anlatır. Kötü olan re’y kişinin kendi hevesine dayanan bir görüştür. İyi olan re’y ise, Kitab ve Sünnet’e kıyas yoluyla Sahabe, tabiun ve teba-i tabiîn fakihlerinin usulüne uygun olarak yeni bir olayın hükmünü nasstan çıkarmaktır. Bu konudaki rivayetlerin çoğunu el-Hatîbu’l-Bağdadî, «el-Fakîh ve’l-Mütefakkih»de zikretmiştir. İbn Abdi’l-Berr de bu rivayetleri, kaynaklarını inceleyerek nakletmiştir. (4) Bu konudaki kesin kanaat şudur: Sahabî, tabiî ve Teba-i tabiînin fakihleri yukarıda temas ettiğimiz manada re’yle ictihad yapmışlar; yani nasslara başvurarak yeni olayların hükmünü çıkarma yoluna gitmişlerdir ki bu, inkarı mümkün olmayan icmalardandır.

İmam Ebu Bekr er-Razî, (5) «el-Fusûl fi’l-Usul» adlı eserinde, re’yle ictihad bakımından Sahabî ve Tabiî fakihlerinin durumlarını anlattıktan sonra şöyle demektedir: «Nihayet fıkıh ve usulünü bilmeyen, selefin metodunu tanımayan, cehalete düşmekten sakınmayan, sahabîlere ve onların haleflerine aykırı bir şekilde nefsî arzularına uyan bir topluluk ortaya çıkmıştır.

«Kıyas ve yeni olayların hükümlerini ortaya koymak için ictihad yapmayı ilk inkar eden İbrahim en-Nazzam’dır. O, bu konuda bilgisizliği yüzünden ve tehevvüre kapılarak, kıyasla ictihad yaptıkları için sahabîlere dil uzatmış, onlara uygunsuz şeyler nisbet ederek, Allah’ın onları nitelediği ve övdüğü şeyin zıddı ile vasıflandırmıştır.

«Sonra Bağdadlı kelamcılardan bir kısmı bu görüşe uymuş, ancak Nazzam gibi selefi yermemiş ve kınamamışlardır. Yine de aşırı gittikleri taraflar olmuştur. Selefe dil uzatmamakla birlikte ictihad ve kıyas konusundaki sözleri onları daha da kötü bir iş işlemeye sevketmiştir; çünkü onlara göre sahabilerin ictihadları kesin bir hüküm vermek için değil, bir kısım yeni olaylarla ilgili hasım tarafları sulh etmekten ibarettir. Bu suretle onlar, görüşlerini böyle bir cehaletle süslemişler ve sanki Nazzam’ın selefi hatalı bulmakla içine düştüğü çirkin durumdan kurtulmuşlardır!

«Daha sonra Davud b. Ali adında cahil biri çıkmış, her iki tarafın ne söylediğini anlamadan onlara uymuş; kısmen Nazzam’ın, kısmen de kıyası reddeden Bağdadlı kelamcıların sözlerini benimseyerek kıyas ve ictihadı reddetmek için deliller getirmiştir. Bununla birlikte o, aklî delillerin hepsini kabul etmemiş, din ilimlerinde aklın hiçbir rolü olmadığını sanarak kendisini hayvan mertebesine indirmiştir.» (6)

Ebubekr er-Razî böylece, rey ve kıyasın delil oluşunu şüpheye mahal vermeyecek şekilde ispat etmeye çalışmıştır.

Bu anlamda rey’le ictihad bütün İslam hukukçularının övünmeye layık bir niteliği olup derin bir anlayış ve kavrayışı ifade eder. Bunun içindir ki İbn Kuteybe, «Kitabü’l-Ma’arif»inde «rey taraftarları» başlığı altında fakihleri zikreder ve Evzaî, Süfyan Sevri ve Malik b. Enes’i bunlar arasında sayar. Yine Hafız Muhammed b. el-Haris el-Huşenî, «Kudatu Kurtuba» adlı eserinde imam Malik’in öğrencilerini rey tarafları olarak gösterir. Hafız Ebu’l-Velîd b. el-Faradî ise «Tarîhu Ulema’i’l-Endelus» adlı kitabında aynı ifadeyi kullanır.

Hafız Ebu’l-Velid el-Bacî de el-Muvatta’ şerhinde «ed-Dau’l-Udal» hadisini açıklarken imam Malik’den nakledilenleri reddetmiş ve İbn Abdi’l-Berr’in, «imam Malik’in rey taraftarı taleblerinden (yani fakihlerden) hiç birisi böyle bir şey rivayet etmemiştir» ifadesini kullandığını söylemiştir. (7) Bu konuda daha fazla örnek vermeye gerek yoktur.

Bundan da anlaşılıyor ki re’yi kötüleyen rivayetler, fıkıhta indî görüşlerin bir değer taşımayacağını, insanlık tarihi boyunca ardı arkası gelmeyecek yeni olayların Kitab ve Sünnet nass’larına kıyas yoluyla çözümlenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Kısaca, bu rivayetlerin kötülediği re’y, şer’î delillerin reddettiği, nefsî arzuların mahsulü olan indî görüşlerdir.

Hanefîlerin re’y taraftarları diye isimlendirilmesi ise; ancak hüküm çıkarırken re’yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir. Nerede olursa olsun, ister Irak’ta, ister Medine’de, fıkhın bulunduğu her yerde re’y de bulunacaktır. İslam hukukçularının hepsi sadece ellerindeki delillere göre, ictihadın şartlarında ihtilaf etmişlerdir. Kitab, Sünnet, İcma’ ve Kıyası kabulde ve sadece bunlardan biriyle yetinmeme konusunda ittifak etmişlerdir. A’meş’in dediği gibi, hadisçiler nakilci olup, eczacı gibidirler. Fakihler ise tabip hükmündedirler. Bu itibarla fakih olmayan bir hadis ravîsi fetva vermeğe kalkışırsa gülünç duruma düşer. er-Ramehurmuzî, «el-Muhaddisu’l-Fasıl» da, İbnu’l-Cevzî «Telbîsu İblîs» ve «Ahbaru’l-Hamka» da, el-Hatîbu’l-Bağdadî de «Kitabu’l-Fakih ve’l-Mütefakkih» de bunun misallerini vermişlerdir. -8- Burada hadis ekolünden söz etmeğe gerek yoktur.

Hanbelî bilginlerinden Süleyman b. Abdi’l-Kavî et-Tufî, Hanbelî usulüne dair yazdığı «Muhtasaru’r-Ravda» adlı eserin şerhinde şöyle der: «Bilesin ki re’y taraftarları sözü izafî bir şeydir. Hükümlerde re’y ile ictihad yapan herkese şamildir. Bütün İslam alimleri buna dahildir çünkü müctehidlerin hepsi ictihadlarında akıl ve re’ye başvurmadan yapamazlar. Doğruluğunda münakaşa edilmeyen «Tahkikul-Menat» ve «Tenkîhu’l-Menat» (9) gibi ictihad usullerini her müctehid kullanmıştır.

«Re’y taraftarları» deyimi «halk-ı Kur’an» meselesi (10) ortaya çıktıktan sonra raviler tarafından Iraklı’lara, yani Ebu Hanîfe ve ona tabi olan Kûfelilere ad olarak verilmiştir.

«Bazıları Ebu Hanîfe’ye dil uzatmada ileri gitmişlerdir. Ben ise vallahi Ebu Hanîfe’nin kendisine nisbet edilen şeylerden uzak olduğu kanaatindeyim ve onu bu gibi isnatlardan tenzih ederim. Kısaca, Ebu Hanîfe inat olsun diye hiç bir sünnete muhalefet etmemiştir. Sünnet konusunda muhalefet ettiği olmuşsa, ancak doğru gördüğü ve mevcut olan delillere dayanarak muhalefet etmiştir. Muhalifleri ona karşı pek insaflı davranmamışlardır. Ebu Hanîfe ise ictihadında yanılmış ise bir, isabet etmişse iki mükafat almıştır. Ona dil uzatanlar, ya hasedçilerdir, ya da ictihad yapılması gereken yerleri bilmeyenlerdir.

«Arkadaşlarımızdan Ebu’l-Verd’in «Usulu’d-Din» adlı kitabındaki ifadesine göre, Ahmed b. Hanbel de Ebu Hanîfeyi saygı ve övgü ile anmıştır.» Şihab İbn Hacer el-Mekkî eş-Şafiî «el-Hayratu’l-Hisan» adlı kitabında (s. 29), «Anlaşılmaktadır ki sonraki alimlerin Ebu Hanîfe ve talebeleri için «Re’y taraftarları» tabirini kullanmaları onları küçültmek için değildir. Bu, onların kendi görüşlerini, Sünnete ve Sahabilerin ictihad larına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez; çünkü Ebu Hanîfe ve talebeleri bu gibi durumlardan uzaktırlar.»

Daha sonra İbn Hacer el-Mekkî, Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının fıkıhta takip ettikleri yolu açıklamış; onların önce Kitab, sonra Sünnet ve daha sonra da Sahabilerin fetvalarıyla ictihadda bulunduklarını belirtmiş ve bunun aksini zannedenleri reddetmiştir. Bir müctehid olan Ebu Hanîfe’yi tenkid eden güvenilir hadisçilerin bulunduğunu inkar edemeyiz. Bu hadisçiler Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının kabul etmediği rivayetlerde bulunan illetlere dikkat etmedikleri için onun ve öğrencilerinin re’ye karşılık hadisi terkettiklerini zannetmişlerdir. Çoğunlukla bu hadisçiler, Ebu Hanîfe ve öğrencilerinin delillerden nasıl hüküm çıkardıklarım kavrayamamışlardır. Esasen bu, müctehidlerin görüşlerinin çok keskin oluşundan ve hadis nakledenlerin idraklerinin sathiliğinden ileri gelmiştir. Dolayisiyle hadisçiler re’ye karşılık rivayeti terkediyorlar diye fıkıhçıları tenkid etmişlerdir. Onların bu yersiz tenkidleri sadece kendilerine racidir.

İbn Hazm’e gelince o, kıyası toptan reddeder. Bu itibarla kıyası kabul eden diğer müctehidlerle Ebu Hanîfe ve arkadaşlarını ağır bir dille tenkid etmiştir. Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî de «el-Avasım Mine’l-Kavasım»da İbn Hazm’i reddetme görevini üzerine almıştır, İbn Hazm’in kıyası tanımama konusunda elinde herhangi bir delili yoktur. Sadece o, kıyasın hüccet oluşu hususunda sahabilerden intikal eden şeyleri reddederken büyük bir pervasızlıkta ve kıyas aleyhinde varid olan birtakım zayıf rivayetleri sahih saymak cür’etinde bulunmuştur. (11)

Gariptir ki iyi bir alim olarak yetişmemiş olan, bir derginin sahibi (12) dergisini mezhepçilik propagandası için bir araç yapmıştır. Esasen onun savunduğu mezhebin ne olduğu da belli değil. Bundan 10 yıl önce o, «İslamda kolaylık ve genel yasama usulü» konusunda bir kitapçık yazmış, burada İbn Hazm’ın kıyas aleyhindeki görüşlerini, müctehid imamların metodlarına aykırı bir tarzda kıyası savunan, Kitab ve Sünnete uymasa bile kendi mezhebini maslahat esasına dayandıran bazı yazarlara (13) ait bir takım görüşleri toplamıştır. Bunlara dayanarak yine bir takım çelişik sonuçlar ortaya koymuştur ki, aklı başında bir kimse bunları söylemez. Bu tür davranışlar öküz altında buzağı aramaktan başka bir şey değildir.

İbn Hazm, kıyası reddederken Nuaym b. Hammad’ın rivayet ettiği bir hadise dayanmaktadır. Oysa Nuaym b. Hammad’ın bu rivayetine hadis tenkidçilerinin çoğu itibar etmemişlerdir. İbn Hazm ise bu durumu bilmemektedir. Halbuki doğudaki küçük hadisçiler bile meseleleri birbirlerine re’y ile kıyas etme hadisini bilirler. (14)

Ayrıca bu hadisin senedinde Harîz en-Nasibî vardır. Gerçi müctehidlik iddiasında bulunan İbn Hazm, «Harîz»i «Cerîr» okumaktadır. İbn Hazm’ın diğer bir delili de İbn Mace’de geçen «Sebaya’l-Umem» hadisidir. İbn Hazm bu hadisi de hasen olarak görür. Oysa senedleri arasında «Süveyd» vardır. Süveyd hakkında ise İbn Maîn, «kanı helaldir»; Ahmed b. Hanbel de «rivayet ettiği hadis kabul edilmez» demiştir. Hafız Şihab el-Busirî de «Misbahu’z-Zucace» de, onu tenkid ederken müsamahalı bir dil kullanmasına rağmen, zayıf olarak nitelemiştir.

Bu hadisin ravileri arasında bir de İbn Ebi’r-Rical vardır ki, Nesaî’ye göre hadisi kabul edilmez. Buhariye göre ise «münkeru’l-hadis»tir. (15)

İbn Hazm İslam hukukçularını, re’y ve hadis taraftarları olmak üzere ikiye ayırır. Aslında bu düşünce gerçek değildir. Bazı cahil nakilcilerin sözlerine dayanarak Ahmed b. Hanbel’in «Mihnet»inden sonra bir takım kimseler tarafından uydurulmuştur.

İbrahim en-Neha’î ve bazı arkadaşlarından rivayet edilen «re’y taraftarları sünnetin düşmanlarıdır.» sözü, itikadî konularda sahih sünnete muhalif olan re’y anlamındadır. Yani bu sözle fer’î hükümlerde ictihad etmek değil; haricîler, kaderîler ve müşebbihe gibi bid’at taraftarları kasdolunmaktadır. Bu sözü, başka türlü anlamak, onu tahrif etmektir. Uydurmacılar aksini düşünse bile bizzat en-Neha’î ve İbnu’l-Müseyyib fer’î meselelerde re’y ile ictihad yapmışlardır.

İbn Hazm, kıyas konusunda sahabilerden nakledilenlerin hepsini yalanlamağa çalışır. Bilhassa Hz. Ömer’den rivayet edilen hadisi, (16) doğru bulmaz. Oysa bu hadisi el-Hatîbu’l-Bağdadî ve diğerleri bir çok yolla ve bir birine yakın lafızlarla rivayet etmişlerdir. Diğer sahabilerden rivayet edilenler de böyledir.

el-Hatîbu’l-Bağdadî «el-Fakih ve’l-Mutefakkih» de (17) re’y ile ictihad konusundaki Mu’az hadisini rivayet ettikten sonra şöyle der: «el-Haris b. Amrin, «Bu hadis, Muaz’ın arkadaşlarından bir çok kimseden rivayet edilmiştir» demesi onun, meşhur olduğunu ve ravilerinin çokluğunu gösterir. Muaz’ın zühd ve takvası bilindiği gibi, arkadaşlarının dindar, güvenilir, zühd ve takva sahibi oldukları da açıktır. Ubade b. Nüsey bu hadisi Abdurrahman b. Ganm’den, o da Muaz’dan nakletmiştir. Bu senedde bir kopukluk yoktur. Ravileri güvenilir kimselerdir. Ayrıca alimler onu kabul etmişler ve delil olarak kullanmışlardır. Bu da gösterir ki bu hadis, alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiştir. (18)

Buna benzer daha geniş açıklamalar Ebu Bekr er-Razî’nin «Fusûl»unde de vardır. er-Razî, «Kıyası tanımayanlar» (19) bölümünde bu konuyu ele almıştır. Biz burada sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Zahirîler ve taraftarlarının aşırı tutumlarını reddeden rivayetler hakkında geniş bilgi için Ebu Bekr er-Razî’nin, el-Fusûl fi’l-Usul; el-Hatibu’l-Bağdadî’nin el-Fakih ve’l-Mütefakkih isimli eserlerine bakılabilir. Zahirîlerle taraftarlarını susturacak rivayetler bu eserlerde bulunabilir. (20) Sanırım burada bu kadarcık yeter.

DİPNOTLAR:

(4) el-Hatibu’l-Bağdadî, el-Faklh ve’l-Mütefakkih, s. 187-216; Hafız İbn Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-İlim ve Fad-lihi, 11/55-78, 133-150.

(5) Cassas diye meşhurdur. 305-370/917-980 yılları arasında yaşamıştır. İleride Hanefî muhaddisleri bölümünde hal tercümesi verilecektir. «el-Fusûl fi’l-Usûl» adlı eseri, konusunda çok önemlidir. Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’de iki yazma nüshası vardır. (Prof. Dr. Hüseyin ATAY, Dâru’l-Kütüb’de üç yazmasının bulunduğundan söz etmektedir. Bkz. İslâm Hukuk Felsefesi giriş kısmı, İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1978, S. 82 (Çev.)

(6) İmam Ebû Bekr er-Râzî, burada Nazzam’ın durumunu nezaket çerçevesinde kısaca belirtmiştir. Biz, Nazzam’ı ve görüşlerini bir kaç kelimeyle açıklamak istiyoruz.
Tam adı Ebû Ishâk İbrahim b. Seyyar en-Nazzam’dır. Mû’tezile büyüklerinden Ebû’l-Huzeyl el-Allâf’ın kız kardeşinin oğludur. Basra çarşısında boncuk dizip sattığı için kendisine Nazzâm (dizici) adı verilmiştir. İtizal perdesi altında zırdıklık yapanlardan biridir.

Ebû Mansûr el-Bağdadî, «el-Fark Beyne’l-Firak» adlı eserinde (S. 79-80), Nazzâmiye fırkasını anlatırken şöyle der: «Gençliğinde mecûsilerle ve «Tekâfuu’l-Edille» ye, yani her meselenin ve her hükmün lehinde ve aleyhinde eşit değerli delillerin bulunacağına inanan «Senevviyye» fırkası mensuplarıyle düşüp kalkmış, yaşlılık çağında da dinsiz filozoflarla arkadaşlık etmiştir. Sonra da mecûsilik inançları, felsefecilerin sapıklık ve şüpheciliklerini İslâm dinine sokmağa çalışmıştır. Brahmanların peygamberlik makamını inkâr etmeleri Nazzam’ın hoşuna gitmiş, fakat korktuğu için bu görüşü benimsediğini söyleyememiştir. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerim’in nazım yönünden i’câzını ve ayın ikiye bölünmesi, Hz. Peygamberin elinde çakıl taşlarının teşbih etmesi, O’nun parmaklarının arasından su fışkırması gibi mucizeleri inkâr ederek, nübüvveti de inkâr derecesine varmıştır.

Daha sonra İslâm’ın hukukî hükümlerini ağır görmeğe başlamış, fakat bunları da ortadan kaldırmak için cesaret gösterememiştir. Dolayısiyle bu hükümleri çıkarmak için hukukçuların baş vurdukları metodları reddetmiştir. Bu cümleden olmak üzere icma’, kıyas ve bir kısım mütevatir olmayan haberleri kabul etmemiştir.

Sahabîlerin fer’î meselelerde ictihad yapma konusunda icmâ’ ettiklerini görmüş ve onlara çirkin bir şekilde dil uzatmış, büyük sahâbîlerin fetvalarını tenkid etmiş, hem hadis, hem de rey taraftarlarını, Haricî, Şiî ve Neccâriye dahil, bütün fırkaları yermiştir.
Mu’tezilîlerin ekserisi Nazzam’ın dinsizliğinde birleşirler. Ona ancak kaderiyecilerden Câhız gibi pek az kimse uymuştur.

Bir çok Mu’tezilî büyükleri gibi kendi dayısı Ebû’l-Huzeyl de «er-Redd ala’n-Nazzâm» adlı eserinde onu tekfir etmiştir. Cübbâ’î ise Ebû Mansûr el-Bağdadî’nin zikrettiği meselelerde Nazzâm’ı tekfir etmiştir. Mu’tezilîlerden el-İskafî de Nazzâm’a bir reddiye yazmış ve bir çok görüşlerinde küfre gittiğini söylemiştir.

Ehl-i Sünnet eserlerine gelince, bunların da çoğunda Nazzâm’a hücum edilmiştir. Bu arada Ebû’l-Hasen el-Eş’arî, Nazzâm’ı tekfir konusunda üç kitap yazmıştır. Kalânisî, onun hakkında bir çok risale kaleme almıştır. Kâdî Ebû Bekr Bakkıllânî yazdığı büyük bir kitapta Nazzâm’ın usulünü tenkid etmiş ve özellikle «İkfâru’l-Müte’evvilîn» adlı eserinde «biz, burada Nazzam’m iç yüzünü ortaya koyacağız.» diyerek onun sapıklıklarını belirtmiştir. Ebû Mansûr el-Bağdadî de (S. 80-91), Nazzam’m boynunu vurduracak yirmi bir sapık görüşünü kaydetmiştir. Gazali de «el-Mustasfâ» da (C. II, S. 246-247), kıyas konusunu anlatırken Nazzâm’m sahabîlere dil uzattığını ve kıyası tanımadığını söylemiştir.

(7) el-Bâcî, el-Müntekâ, VII/300.

-8- Telbîsu İblîs, 111-113; Ahbâru’l-Hamkâ ve’l-Muğaffelîn. 115-127; el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, 11/81-84.

(9) Bu metodları, yani «Tahkîku’l-Menât» ve «Tenkîhu’l-Menât» ve «Tahrîcu’l-Menât»ı burada açıklamakda fayda vardır.

Hanbelî hukukçularından İbn Kudâme el-Makdisî «Ravdatu’n-Nazır ve Cennetu’l-Munâzır» adlı eserinin kıyas bölümünün baş tarafında (Abdu’l-Kadir Bedrân haşiyeli baskı, II/ 229-234) şöyle der:

«Tahkîku’l-Menât» ikiye ayrılır:

1 — Küllî bir kaidenin üzerinde ittifak edilmesi veya bu kaide hakkında bir nas bulunması ve fer’i bir meselede müctehidin bir kurala uygun olarak ictihadda bulunmasıdır ki, böyle bir metoda baş vurulmasında ihtilâf bulunduğunu bilmiyoruz. Meselâ, ihramlı bir hacının bir yaban eşeği avlamasına ceza olarak bir sığır kurban etmesi gerekmektedir; Çünkü Kur’ân-ı Kerimde «onun, yabanî hayvanlardan öldürdüğü şeyin benzerini ceza olarak kurban etmesi gerekir.» (Mâide Sûresi, 95) buyurulmaktadır. Burada, cezada, öldürülen hayvanla kurban olarak kesilecek hayvan arasında benzerliğin bulunması gerekmektedir. Yaban eşeği ile sığır arasında cüsse itibariyle bir benzerlik bulunduğundan, sığır kurban edilmesi gerekmektedir. Bu meselede benzerlik bulunması nass ve icma’ ile sabittir. Sığırla yaban eşeği arasındaki benzerliğin tesbiti ise bu tür bir ictihaddır. Diğer bir misal Kıblenin tayinindeki ictihaddır. Bilinmektedir ki, namaz kılarken kıbleye dönmek nass ile sabittir, fakat kıblenin ne tarafta olduğunu tesbit ise ictihadla mümkündür. İmamın kim olabileceği, adaletin neden ibaret olduğu ve nafakalarda yeterli miktarların tesbiti gib” şeylerde «Tahkîku’l-Menât» adı verilen ictihad ile olur. Bu tür ictihadlara Tahkîku’l-Menât adı verilmiştir; çünkü aslında hüküm bellidir; fakat bu hükmün olaylara tatbiki, bazı emarelere dayanarak istidlal yoluyle olmaktadır.

2 — Bir hükmün illeti nass veya icma’ ile bilinmektedir. Müctehid sadece o illetin fer’î bir meselede bulunduğunu kendi ictihadiyle ortaya koymaktadır. Meselâ, Hz. Peygamber kedi hakkında «O, necis değildir; çünkü aranızda dolaşan hayvanlardandır.» buyurmuştur. Burada insanlar arasında dolaşmak, kedinin pis olmdığının illeti olarak belirtilmiştir. Müctehid kendi ictihadiyle fare gibi bir kısım haşerelerin de insanlar arasında dolaşmalarından dolayı temiz olduğuna hükmedebilir. Bu açık bir kıyas olup, kıyası inkâr edenler de bunu kabul ederler.

«Tahkîku’l-Menât»ın birinci çeşidi kıyas değildir ve bu ihtilafsız bir husustur. Kıyas ise ihtilaflı bir ictihad metodudur. «Tahkîku’l-Menât» her hukuk sisteminde zaruri olarak vardır; çünkü her şahsın adaleti ve şahısların yeterlilik dereceleri hakkında nass bulunamaz.

«Tenkîhu’l-Menât» ise, şâri’in hükmü bir sebebe izafe etmesidir. Dolayısiyle hükümde bir rolü olmayan bazı nitelikler bulunur ve hükmü genişletmek için bunlara itibar etmemek gerekir. Meselâ, bir bedevi arap, Hz. Peygambere gelip, «Mahvoldum, Ya Resûlallah» demiş, Hz. Peygamber ne yaptın?» diye sorduğunda, «oruçlu iken gündüzün eşimle münasebette bulundum» demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «bir köle azad et» diye cevap vermiştir. Burada Hz. Peygambere müracaat eden şahsın, bedevi bir arap oluşunun hükümde bir rolü yoktur. Aynı durumda olan bir Türk veya başkası da aynı hükme tabi tutulur; çünkü hükmün sebebi, fiilin mükellef tarafından işlenmesidir; bedevi tarafından işlenmiş olması değil. Dolayısiyle teklifler bütün şahısları içine alır ve herhangi bir ramazanda bu şekilde orucu bozan kimselere de aynı hüküm uygulanır; çünkü bu hüküm için hadisenin cereyan ettiği ramazan değil; mutlak olarak ramazanda orucun bozulması esastır. Ayrıca oruçlu şahsın ramazanda gündüzün eşiyle münasebette bulunması da bu hüküm için bağlayıcı bir husus değildir. Zira bu münasebet zina şeklinde olursa oruca saygısızlık bakımından daha kötüdür. İşte bunlar, hükümde rolü olmayan kayıtları bir tarafa bırakarak hükmün sebebine dayanan kıyaslar için örneklerdir. Hüküm nass ile bilindikten sonra onun sebebini tayin etmekle ve «Tenkîhu’l-Menât» yoluyle yapılan böyle bir içtihadı, kıyası tanımayanların çoğu da kabul ederler.

«Tahrîcu’l-Menât» da, Şari’in herhangi bir konuda hükmü açıkça belirtmesi ve onun illetine işaret etmemiş olmasıdır. Meselâ, Buğday, arpa, tuz, altın, hurma ve gümüşde faizin yasaklanışı böyledir; çünkü Hz. Peygamber «altın altın ile, buğday buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile, eşit ve peşin olmak üzere alınıp verilir. Bu sınıflar değiştiği takdirde istediğiniz şekilde alıp satabilirsiniz.» buyurmuştur.

Bu hadisi Müslim ve Ahmed b. Hanbel, Ubâde b. es-Sâmit yoluyle rivayet etmişlerdir.
Bu hükmün illetini çıkararak şöyle diyebiliriz: Buğdayda ölçüler cinsinden olduğu için faiz haram kılınmıştır. Aynı şekilde ölçü ile satılan pirinci de buna kıyas edip, kendi cinsiyle satıldığı takdirde fazlasının faiz ve haram olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu kıyasa dayanan ictihad, İslâm hukukçuları arasında ihtilâflara yol açmış olup ekseri alimler, bu tür kıyası muteber saydıkları halde Zahirîler gibi bir kısmı reddetmişlerdir.

(10) Bu mesele hakkında geniş bilgi için, bkz. et-Tehânevî, Kavaid fî Ulûmi’l-Hadis, Beyrut 1972, S. 361-380′de yer alan ve tarafımızdan yazılan 5 numaralı dipnot.
(Bu kısım Dr. Mücteba Uğur tarafından Türkçeye çevrilmiş ve «Halk-ı Kur’ân Meselesi, Râviler, Muhaddisler, Cerh ve Ta’dil Kitaplarına Tesiri» adı altında İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır (Cilt XX, Si 307-321). (Çev.)

(11) İbn Hazm’ın bu görüşünü eski ve yeni bilginlerden bir çoğu reddetmiştir. Bu konuda onu susturan en güzel eser Nâsihu’d-Din el-Hanbelî’nin «Akyisetu’r-Rasûl» adlı eseri ve bunun Alâu’d-Dîn Kiykeldî tarafından yapılan muhtasarıdır. Bu eserlerde, kıyasla amel edilebileceğini isbatlayan 150 kadar hadis vardır. Allah kısmet ederse bu iki eseri ilim erbabına sunacağız.

(12) Bu zat «Mecelletü’l-Menar» sahibi M. Reşid Rıza’dır. Burada işaret edilen kitabının adı «Yusru’l-İslâm ve Üsûlü’t-Teşri’î’l-Âmm» dır.

(13) M. Zahid el-Kevserî’nin «Makâlât»ında yer alan bu konu ile ilgili «Nazaru’l-Mer’i ilâ Şer’illah Mi’yâru dînihi», «Eseru’l-Urfi ve’l-Maslahati fî’l-Ahkâm» ve «Re’yu’n-Necm et-Tufî fi’l-Maslahati» adlı makalelerinde maslahat konusunda yeterli bilgi vardır.

(14) Z. el-Kevserî, Ebû Mansûr el-Bağdadî’nin «el-Fark beyne’l-Firak» adlı eseri için yazdığı mukaddimede (S. 5) şöyle der: «…Gariptir ki İbn Hazm, «el-İhkâm…» adlı eserinde (VII/113; VIII/25) kıyasın batıl olduğunu söylerken Nuaym b. Hammad tarafından rivayet edilen, «Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır, ümmetim için en büyük tehlike teşkil eden kimseler, olayları reyleriyle birbirine kıyas edip haramı helâl ve helâli haram kılanlardır.» hadisini delil olarak zikreder. Halbuki bu hadis doğudaki ve batıdaki hadis bilginlerinin çoğu tarafından kabul edilmemiştir.

Yahya b. Main’e bu hadis sorulduğunda asılsız olduğunu söylemiştir. «Nuaym b. Hammad’a ne dersin» denildiğinde; «o güvenilir bir ravidir» cevabını vermiştir. «Nasıl olur da güvenilir bir ravi asılsız bir hadisi rivayet eder?» sorusuna ise, «doğru zannetmiştir» diye karşılık vermiştir. el-Hatîbu’l-Bağdadî «Tarihu’l-Bağdad»ta (XIII/308), bu konuda geniş malûmat vermiştir.

(15) Buharî, «Bir ravî hakkında munkeru’l-hadîs dediğim zaman: bu, ondan hadis rivayet edilmez demektir.» der. Bkz. Abdu’l-Hay el-Laknevî, er-Ref’u ve’t-Tekmil fi’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, 129, 149, 150.

(16) Hz. Ömer’den rivayet edilen bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsned’de (1/21); Ebû Dâvud, Süneninin Kitâbu’s-Sıyam’ında (Bâbu’l-kuble li’s-Sâ’im, 11/418) şöyle rivayet ermişlerdir: «Ömer b. el-Hattab’dan, demiştir ki: «Oruçlu iken bir gün kendimi tutamadım; karımı öptüm. Sonra Hz. Peygamber’e gelip, «Bugün kötü bir iş yaptım, Yani oruçlu olduğum halde karımı öptüm» dedim. Hz. Peygamber, «Oruçlu iken ağzına su alır dökersen ne gerekir?» diye sordu; «Bir şey gerekmez» dedim. «Öyleyse bunun için de bir şey gerekmez» buyurdu.»

Şevkânî, Neylu’l-Evtar’da (IV/179) şöyle der: «İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve el-Hâkim «Bu hadisin, sahih olduğunu söylemişlerdir. Nesa’î de bu hadisi rivayet eder ve münker olduğunu söyler.»

Ahmed Şakir de İbn Hazm’ın «el-İhkâm»ında bu hadis vesilesiyle yazdığı dipnotta şöyle demiştir: Bu hadisin senedi sahihtir. el-Munzirî, Nesaî’ye atfederek münker olduğunu söylemiş ise de, Nesaî’de ben buna rastlamadım. Münker olması için bir sebep yoktur.»
Bu hadis hakkında daha geniş malûmat için bkz. el-Hatibu’l-Bağdadî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, 1/92.

(17) el-Fakih ve’l-Mütefakkih, 1/189.

(18) Yani, bu hadisin zayıf olduğu farzedilse bile, ümmetin onu muteber olarak kabul etmesi sahih olduğunu gösterir. Daha geniş malûmat için bkz. el-Laknevî, el-Ecvibetu’l-Fâdıla, s. 228-238 de verdiğimiz ek bilgi.

(19) S. 14-17.

(20) Akyisetu’r-Resul (s. a.) adlı kitapta ve bizim bu kitapdaki önsöz ve dipnotlarımızda Zahirîleri susturacak bilgiler bulunmaktadır.

İMAM ABDÜLVELİD EL BACİ(R.A):”KIYASLA HÜKÜM VERMENİN CAİZLİĞİNDE İCMA EDİLMİŞTİR”

Plaats een reactie

İMAM ABDÜLVELİD EL BACİ(R.A):”KIYASLA HÜKÜM VERMENİN CAİZLİĞİNDE İCMA EDİLMİŞTİR”

Maliki alimlerinden olan AbdülVelid El Baci (403-474 h/ 1012-1081) rahimahullah kendisinin”İhkamul Fusul fi Ahkamil Usul” adlı kitabında diyor ki:

أجمع الصحابة والتابعون ومَن بعدهم مِن الفقهاء والمتكلِّمين وأهلِ القدوة على جواز التعبّد بالقياس

“Sahabiler, tabiunlar ve onlardan sonra gelen fakihler, mütekellimler, örnek şahsiyyetler kıyasla hüküm vermenin caizliğinde icma etmişler.”

Kaynak: AbdülVelid El Baci: İhkamul Fusul fi Ahkamil Usul: cilt 2/ sayfa 537
Darul Ğarbil İslami: 1415/1995

İMAM İBNUL CÜZZEY EL ĞIRNATİ(R.A):”KIYAS HÜCCETDİR”…!

Plaats een reactie


Maliki alimlerinden olan İbnul Cuzeyy El Ğirnati (693-741 h/1294-1340) rahimahullah kendisinin”Takribul Vusul ila İlmil Usul” adlı kitabında diyor ki:

والقياس حُجّة عند العلماء مِن الصحابة فمَن بعدهم إلا الظاهرية

“Kıyas sahabilerden olan ve onlardan sonra gelen alimler yanında hüccetdir. Zahirilerden başka.”

Kaynak: İbnul Cuzeyy El Girnati: Takribul Vusul ila İlmil Usul: 89
Celal Ali El Cuheninin tahkik etdiği nusha

Zayıf Hadisle Amel

Plaats een reactie

Zayıf Hadisle Amel

Zayıf hadis, sahih veya hasen hadisin taşıdığı şartların birini veya birkaçını taşımayan hadistir Bu şartların bulunup bulunmadığı, hadisin çeşitli yönlerden tetkik ve tenkide tabi tutulmasıyla anlaşılır
Sözgelimi, hadisin ravisi adaletindeki kusur sebebiyle, zabtının zayıflığı, seneddeki kopukluk, ravinin kendindan daha sika bir ravi veya ravilere aykırı rivayeti sebepleriyle hadisin Hz Peygamber’e ait olduğu zayıf kabul edilir

Zayıf Hadisle Amel Etme Konusunda Âlimlerin Tavrı

Zayıf hadîse gelince; Âlimlerin cumhuru, bu gibi hadislerle, faziletler ve müstehablara dair konularda; bunun için gerekli şartlar da mevcut olduğu takdirde, amel edilebileceği görüşündedirler. Bu, bilinen bir husustur.

Lâkin bazı imamlar, zayıf hadîsler ile şer’î hükümler yâni helâl ve haram konularında da amel edilebileceğini kabul etmişler ve hattâ zayıf hadisi; İslâm âlimlerinin ekseriyetinin ve belki de, muhalefetine İtibar edilmeyen birkaçı hariç tamamının, şerîatın kaynaklarından biri olduğunu kabul ettikleri; kıyâsa tercih etmişlerdir.

Bu sahada zayıf hadîs ile amel etmek, müctehidlerden üç imamın; Ebû Hanife (70 – 150) i Mâlik (95 – 179) ve Ahmed (164 – 241)’in ( 6),aynı zamanda Ebû Dâvud (202 -275), en-Nisâî (215-303), İbn Ebl Hâtim (240 – 327) gibi, hadis imamlarından bir gurubun mezhebidir. (7)

Lâkin bunun iki şartı vardır: Hadîs çok zayıf olmayacak ve bir meselede ondan başka bir hadîs bulunmayacak.

İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babama «Bir kimse bir beldede bulunur ve orada, sahihi ile zayıfını ayıramayan bir hadîs ehli ile bir de re’y ehlinden başkasını bulamaz da, bir mesele ile karşılaşırsa, bu meseleyi hangisine sorar?» dedim; babam bana «Hadîs ehline sorar, re’y ehline sormaz. Çünkü hadîsin zayıfı bile re’y’den daha kuvvetlidir.» cevabını verdi. (8)

İmam eş-Şâfiî (150 – 204) bile, bir meselede başka bir hadîs bulunmadığı zaman —mürsel hadîsin zayıf olduğu görüşünde bulunduğu sıralarda— mürsel hadis ile amel ediyordu.
eş-Şâfiî’den bunu, es-Se- hâvî Fethul’-Muğls, I, 20, 142 ve 268 de Şâfiî imamlarından el-Mâverdî (364 – 450) kanalıyla nakletmiştir.

Zayıf hadîs ile amel edebileceğimiz diğer bir saha daha vardır ki o da şudur:

Bir hadîs, ikisinden birinin tercih edilmesi mümkün olmayan iki mânaya gelebilecek bir lafızla gelir de, iki taraftan birini tercih etmeyi gerektirecek zayıf bir hadîs bulunursa, o takdirde, zayıf bile olsa bu hadîsin tercih ettireceği mânâyı kabul ederiz. (9)

Bu münasebetle, günümüzde bazı kimselerin yaymaya çalıştıkları bir görüşün aksine, geçmiş imamlarımız nezdinde zayıf hadisin de bir değeri ve itibârı olduğuna işaret edelim.

Çünkü bu kimseler zayıf hadîsi tamâmen geçersiz saymışlar ve mevzû hadîslere ilhâk ederek, ikisini aynı seviyede tutmuşlardır.

Dipnotlar.
6 – Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerhu Mlşkâti’l-Masâbih, I, 19
7 – es-Sehâvî, Fetbu’I-Muğîs, I, 80, 267 ve Hadîs İlimleriyle ilgili diğer eserlerden : Hâşiyetu’s-Sindİ alâ Süneni n-Nesâî, I, 6 ve îbn Ebî Hâtim, el-Cerhu ve’t-Ta’dîl, IV, 1/347. en- Nevevî onun sözünü Tehzîbu’l-Esmâ ve’l-Luğât, II 1/86’da nakleder.
8 -İbni Hazm, el-Muhallâ, I, 68; es-Sehâvî, Fethtıl-Muğîs, I, 80′
de bunuıı benzerini nakleder ve isnâdı sahihtir, ( 9 ) İbnul-Kayyım, Tuhfetu’l-
9 -Mevdûd bi-Ahkâmi’l-Mevlûd, s. 29.

Hasen veya sahih derecesine ulaşmayan, diğer bir ifade ile sahih olma sartlarından bir veya birden fazlasını kendisinde bulundurmayan zayıf hadislerin, amel edilmeye uygun olma açısından güvenilirliklerini zedeleyen ve bu noktada şüphe uyandıran sebepler aynı derecede olmadığı için zayıflık dereceleri de farklıdır. Hâl böyle olunca zayıf rivâyetlere karşı âlimlerin tutumu da farklı olmuştur. Örneğin, neredeyse âlimlerin tamamı hak ve hukûku/ahkâmı ilgilendiren konularda daha hassas davranırken, diğer terğîb ve terhîb/ahlâkî ve hayra yönlendirici hususlarla kötülüklerden sakındırma ifade eden hususlarda farklı bir tutum sergilemişlerdir. Zayıf hadisle amel etme konusunda âlimlerin üç farklı tutum sergiledikleri görülür:

Kimileri, muhtevası ne olursa olsun -ister ahkâm ister fedâil- hiçbir konuda zayıf hadisle amel edilemeyeceği görüşündedir. Yahyâ b. Maîn (ö.233/847), Buhârî (ö.256/869), Müslim (ö.261/874), Ebû Bekr b. ‘Arabî (ö.354/965), İbn Hazm (ö.456/1071) ve daha başkalarının bu görüşte olduğu belirtilir.

Kimileri tam tersi, her konuda; yani, ister ahkâm ister fedâil konularında olsun, mutlak mânâda zayıf hadisle amel edilebileceği görüşündedir. ‘Zayıf hadisle amel etmeyi re’yden daha iyi gördükleri’ söylenen Ebû Dâvûd (ö.275/888) ve Ahmed b. Hanbel’in (ö.241/855) bu görüşte olduğu nakledilir. Kimileri de ahkâm konularında değil de fedâil konularında bazı şartlar dâhilinde zayıf hadisle amel edilebileceği görüşündedir. .[17]

Bu sahada zayıf hadîs ile amel etmek, müctehidlerden üç imamın; Ebû Hanife (70 – 150) i Mâlik (95 – 179) ve Ahmed (164 – 241)’in ( 6),aynı zamanda Ebû Dâvud (202 -275), en-Nisâî (215-303), İbn Ebl Hâtim (240 – 327) gibi, hadis imamlarından bir gurubun mezhebidir.

(es-Sehâvî, Fetbu’I-Muğîs, I, 80, 267 ve Hadîs İlimleriyle ilgili diğer eserlerden : Hâşiyetu’s-Sindİ alâ Süneni n-Nesâî, I, 6 ve îbn Ebî Hâtim, el-Cerhu ve’t-Ta’dîl, IV, 1/347. en- Nevevî onun sözünü Tehzîbu’l-Esmâ ve’l-Luğât, II 1/86’da nakleder.)

İbnu’s-Seyyidinnâs (ö.734/1333), Nevevî (ö.676/1277), Irâkî (ö.806/1403), Sehâvî (ö.902/1496), İbn Hacer (ö.852/1448), Suyûtî (ö.911/15005), Alî el-Kârî (ö.1014/1605) ve daha başkaları bu görüstedir.[18] Zayıf hadis nakletme konusunda bu tutum hadis musanniflerinin eserlerine de yansımıştır.
İbn Hacer zayıf hadisle amel etme şartlarını ‘rivâyetin şiddetli za’f içermemesi’, ‘amel edilmekte olan bir aslın kapsamında yer alması’, ‘amel edenin hükmün sabit olmadığına inanarak ihtiyat kaydıyla amel etmesi’ şeklinde dile getirmektedir.[19]

en-Nevevî şöyle der: “Hadisçiler, Fıkıhçılar ve başka disiplinlerden olan ulema şöyle demiştir: Fezail ve tergib-terhib konusunda zayıf hadis ile amel caiz ve müstehaptır. Yeter ki hadis uydurma olmasın. Helal-haram, alım-satım, nikâh-talak gibi ahkâm sahasına gelince, bu konularda sahih veya hasen hadisten başkasıyla amel edilmez.
Ancak bu sahada da ihtiyat ihtiva eden zayıf hadis bu söylediğimizin istisnasıdır. Bazı satışların veya bazı nikâh türlerinin mekruh olduğunu bildiren zayıf hadisler böyledir. Zira bu hadislerin bildirdiği tarzdaki muamelelerden uzak durmak müstehaptır. Ancak bu hüküm, vücuba kadar gitmez…”[ en-Nevevî, el-Ezkâr, 47.
Zerkeşî (ö.794/1392), terğîb ve terhîb kapsamında yer almayıp tarikleri birden çok olmayan ve kendi düzeyinde mütâbi’i bulunmayan zayıf rivâyetlerin merdût olduğu görüşündedir. Suyûtî (ö.911/15005) ise ihtiyat kaydıyla ahkâm konularında da zayıf hadisle amel edilebileceğini ifade eder.[20]
[17] Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr, Tedrîbu’r-râvi fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî, th., Abdulvahhâb Abdullatîf, Beyrût 1404/1988, I, 299; Muhammed Cemaluddîn el-Kâsımî, Kavâidu’t-tahdîs, th., Muhammed Behcet el-Baytâr-Muhammed Reşîd Rızâ, Beyrut 1422/2001, s. Kâsımî, s. 116-117.
[18] Suyûtî, Tedrîb, I, 299 (muhakkikin dipnottaki notu).
[19] Suyûtî, Tedrîb, I, 298-299.
[20] Suyûtî, Tedrîb, I, 299; Kâsımî, Kavâidu’t-tahdîs, s. 119.

[21] Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN
“Hadis Kaynaklarını Okuma Yöntemi Ve Musanniflerin Dili”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi inden alıntı X/2, 2006, s. 55-106.

es-Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, I, 252-3; el-Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, 116-7; Ahmed Naim, Tecrid Mukaddimesi, 340 vd.; Muhammed Acâc el-Hatîb, Usûlu’l-Hadîs, 373 vd.

Suyûtî (ö.911/15005) ise ihtiyat kaydıyla ahkâm konularında da zayıf hadisle amel edilebileceğini ifade eder 1 (Suyûtî, Tedrîb, I, 299; Kâsımî, Kavâidu’t-tahdîs, s. 119.)

Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud es-Sicistani’ye izafe edilen bir görüşe göre de “başka hadis bulunmadığı takdirde ahkama ait meselelerde zayıf hadisle amel edilir.”[4]
es-Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, I, 252-3; el-Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, 116-7; Ahmed Naim, Tecrid Mukaddimesi, 340 vd.; Muhammed Acâc el-Hatîb, Usûlu’l-Hadîs, 373 vd.

İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babama «Bir kimse bir beldede bulunur ve orada, sahihi ile zayıfını ayıramayan bir hadîs ehli ile bir de re’y ehlinden başkasını bulamaz da, bir mesele ile karşılaşırsa, bu meseleyi hangisine sorar?» dedim; babam bana «Hadîs ehline sorar, re’y ehline sormaz. Çünkü hadîsin zayıfı bile re’y’den daha kuvvetlidir.» cevabını verdi. (8)

(İbni Hazm, el-Muhallâ, I, 68; es-Sehâvî, Fethtıl-Muğîs, I, 80’de bunuıı benzerini nakleder ve isnâdı sahihtir,)

Kuran yeter iddiasi!

Plaats een reactie

Muhakkak ki Zikr’i biz indirdik; onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 9) ayetinin, korunmuş tek din kaynağının Kur’an olduğunu anlattığını söyleyerek, başta Sünnet olmak üzere diğer şer’î delilleri yok sayan bir zihniyetin, modern zamanlarda İslâm Dünyası’nın muhtelif yerlerinde boy gösterdiğini görüyoruz.

Sadece Kur’an’ın 6 bin küsür ayetiyle sınırlı bir din anlayışının insanları nerelere getirdiğinin çarpıcı örnekleri, kendilerini Kur’âniyyûn/Kur’ancılar veya ülkemizdeki adıyla “Mealciler” tarafından ortaya konulmuştur.

En temel ibadet olan namaz konusunda bile Kur’aniyyûn arasında amansız tartışmalar yaşanmış, dudak uçuklatan namaz şekilleri ortaya çıkmıştır. Söz gelimi İnâyetullah Vezirâbâdî, namazın (sabah, güneş battıktan sonra ve yatsı olmak üzere) üç vakit olduğunu söylemiştir. Ona göre namazın kılınış şekli de şöyledir: Namaza giren kişi alçak bir sesle bir miktar Kur’an okur, sonra secde eder ve başını secdeden kaldırdığında namaz bitmiş olur.

Bir diğer Kur’aniyyûn mensubu Muhammed Ramazan, bu namaz tarifine şöyle bir tarifle itiraz eder: Üç vakit namaz vardır. Her namaz iki rekâttır. “İnnellâhe kâne aliyyen kebîrâ” diyerek tekbir aldıktan ve bir miktar Kur’an okuduktan sonra rükûya gidilir. Rükûdan kalkmadan secdeye varılır. Her rekâtta tek secde yapılır. Secde bittiğinde namaz da bitmiş olur.

Bir başkası (Ahmeduddîn) günde iki vakit namaz kılınacağını ve namazda kıbleye yönelme şartının bulunmadığını söylemiştir. (Bu zikrettiklerimiz ve daha fazla örnek için bkz. Hâdim Hüseyin İlâhibahş, el-Kur’âniyyûn, 366 vd.)
Ülkemizde de “Kur’an’dan başka din kaynağı yoktur!” diyenlerin horozdan kurban olacağı, 50 yaşından sonra oruç tutmayıp fidye verilebileceği, haccın senenin aylarına yayılarak yapılabileceği, kabir azabı, sırat, mizan, şefaat, miracın ve oruç kefaretinin olmadığı… gibi iddialar ileri sürdüklerini biliyoruz.

Sadece namaz değil, diğer temel ibadetleri de Sünnet’in rehberliği olmadan yerine getirme imkanından mahrum bulunduğumuz aşikârdır. Zekâtın hangi mallardan ne zaman, ne kadar ve kimlere verileceği, haccın nasıl yapılacağı, orucun vakti, orucu bozan ve bozmayan şeyler… gibi temel hususların hiçbirisini Kur’an’da bulamadığımız halde “Kur’an bize yeter” sloganını bayraklaştırmanın Ümmet-i Muhammed’i aidiyetlerinden uzaklaştırmaktan başka bir anlamı olabilir mi?

Aynı şekilde fıkhî içtihatları göz ardı ederek hadis-i şerifle amel etme iddiası da son derece yanlış bir tutumdur. Yukarıda Efendimiz s.a.v.’den gelen hadislerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda belli bir birikim ve ihtisas sahibi olmak gerektiğini izaha gayret ettik.

Bugün ülkemizde ‘sadece ayet ve hadisle amel’ iddiasında bulunanların akla ziyan iddia ve uygulamalarını sayıp dökmek mümkün. Biz oraya girmek yerine, dinî hayatımızı oluşturan fıkhî hükümlerin mahiyetini, yani içtihadı ve buna bağlı diğer bazı kavram ve konuları açıklayalım.

Kaynak: Ebu Bekir Sifil – Ictihad kapisini kim acar

dînin kaynagı dörtdür: Kitâb,Sünnet, Icmâ’ ve Kıyâs!

Plaats een reactie

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mu’âz bin Cebeli “radıyallahü teâlâ anh” Yemene hâkim olarak gönderirken, (Orada nasıl hükm edeceksin?) buyurunca, Allahın kitâbı ilededi. (Allahın kitâbında bulamazsan?) buyurdu. Allahın Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti ile dedi. (Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?) buyurunca, ictihâd ederek, anladıgımla dedi.Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mubârek elini Mu’âzın gögsüne koyup, (Elhamdü lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızâsına uygun eyledi) buyurdu.
Bu hadîs-i serîf, Tirmüzîde ve Ebû Dâvüdda ve Dârimîde yazılıdır. Ülül-emrin müctehid demek oldugunu ve buna itâ’at edenden Resûlullahın râzı oldugunu, bu hadîs-i serîf açıkça göstermekdedir!!

Ebû Dâvüdün ve Ibni Mâcenin bildirdikleri hadîs-i serîfde,(Ilm üçdür: Âyet-i muhkeme, Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile) buyuruldu. (Esi’at-ül-leme’ât) ismindeki (Miskât) serhi, bu hadîs-i serîfi, fârisî olarak açıklarken, (Farîda-i âdile, Kitâba ve sünnete uygun ilmdir. Icmâ’a ve Kıyâsa isâretdir. Çünki, Icmâ’ ve Kıyâs,Kitâbdan ve Sünnetden çıkarılmakdadır. Bunun için, Icmâ’ ve Kıyâs, Kitâba ve Sünnete mu’âdil ve müsâvî tutuldu ve Farîda-i âdile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib oldugu tenbîh buyuruldu. Hadîs-i serîfin ma’nâsı, dînin kaynagı dörtdür: Kitâb,Sünnet, Icmâ’ ve Kıyâs demek oldu) demekdedir